Gece yorgun.
Mevsim, ağaçlara çiçek açtırmış fakat o çiçekler bu ayazı
kaldırmayacak kadar güçsüz. Üstelik sen de Ankara’nın güneşine aldanıp ince
giyinmişsin.
Yürüyorsun, ellerin giydiğin ince ceketin cebinde.
Sokaklar boş.
Sokaklar yokuş.
Her yer hâlâ soğuk.
Bu üçlüye alışık değilsin. Sıradan birçok insanın en büyük
laneti bir şeyleri kanıksamakken, sen ne soğuğu ne de dik yokuşları
kanıksayabildin. Bu konu üzerine kendini şanslı hissetmeli misin, bundan da
emin olamıyorsun.
Yürüyorsun.
Onlarca şeyi sorgulayarak, kulaklıktan sızan sözlerin satır
aralarında bir kişilik de olsa kendine yer arayarak.
Ayaz; her adımında yeni bilenmiş bir bıçak keskinliğiyle
yüzünü, boynunu, ceketin cebine tam sığdıramadığın ellerini, bileklerini kesiyor.
Hissettiğin sızı o kadar sert ki kanayan yerlerim var mı
diye düşünmeye başlıyorsun.
Kanayan yerlerin,
yok.
Sen yalnızca acı eşiğinin yükselişine tanıklık ediyorsun.
Yürüyorsun, adımların hızlanıyor.
Soğuk, teninde daha fazla bıçak kesiği yaratmasın
istiyorsun.
Bulduğun ilk kapıdan içeri giriyorsun. Odalardan geçip
kapıya en uzak yere konumlanıyorsun, arkanda kalan tüm kapıları kapatarak.
Üşümüşsün.
Sıcak bulduğun yerlerin yokluğunda sağa sola çarparak
ilerliyorsun.
Bir adam.
Yaşlı bir adam oturuyor tüm mahreminde.
Adı ne, bilmiyorsun.
Büyük ellerinden, uzamış saçlarından, kirli sakalından,
yüzündeki öfkeden tanımaya çalışıyorsun.
Adamın sakallarının çokluğundan ten rengini bir türlü
seçemiyorsun.
Kendine aynı anda onlarca soru sorup hepsine yanıt bulmaya
çabalıyorsun.
Zihnindeki tüm sorular gürültüye dönüşüyor. Gürültünün
şiddetinden sarsılıyorsun. Nabzın yükseliyor, kulak damarlarındaki kan hiç
olmadığı kadar hızlı akıyor. Korkunç
gürültünün içinden tek bir soruyu çekip yakalıyorsun omuzlarından. Soru da
sarsılıyor, en az sen kadar.
Cevap buluyorsun en beklenmedik anda.
Evet, bu adamı yavaş
yavaş tanıyorsun.
Kahveyi sert içer, sakal tıraşı olurken hep bir yerlerini
keser, renklerden en çok sarıyı sever. Şiir okur geceleri, kapısı açık uyur.
Bir bir hatırlıyorsun…
‘’Gelmeyecektin’’ diyebiliyorsun sadece.
Yine böyle buz gibi
bir günde gitmiştin.
Ben, sen yokken terkedilmiş kasabalara köylüler
yerleştirmiştim.
Bir daha haber alamadım ne senden ne onlardan.
Ben,
yüzünü ilk kez bu kadar tanıdığım kimselere benzetemedim.
Neden geldin?