27 Kasım 2015 Cuma

yazı


‘’huzuru bulmanın diğer bi adı da yok olmak
ben olmak, sen olmak ve en nihayetinde hiç olmak’’ *


En nihayetin olduğu yerden yazmak,
En nihayetin olduğu yerde yaşamak
ve
En nihayetin olduğu yerden bir şeylere, bir şekilde tutunmaya çalışmak.
Çoğu zaman tatmin edemeyen ‘’herkese’’ rağmen ‘’hiçlikle’’  tatmin olabilmek için savaş vermek.

Yenilmek.

Henüz yenilgiyi kabul edememişken, ihanetle burun buruna yaşadığını fark etmek.
İhanetin kişilere özenle nakşedilmesini izlemek.

Sadece ‘’izleyebilmek’’

İzlerken hipnoz olmak.
Hipnozun etkisinden olsa gerek; sorgulamadan sadece söylenileni yapmak.
Yapman gerekenin doğruluğunu, yanlışlığını ölçemeyecek kadar kendini kaybetmek.

Hata yapmak.

Hataların sebebiyet verdiği enkazın altında kıvranmak.
Kurtarılmak için bağırırken ağzına dolan toz topraktan nefessiz kalmak, bağıramamak.
Vücudundaki çiziklerin verdiği tiz acıyı iliklerinde hissedebiliyorken; kırılmış kemiklerin, dikiş tutmayacak kadar derin olan kesiklerin ve belki kopmuş bir uzvun yerindeki acıyı hissedememek.

Kaybedilmişliğin verdiği hissizleşmeyle burun buruna yaşamak
Hatta,
-bir şairin de deyimiyle-

‘’Canından daha değerli şeyler de kaybetmek..’’

Sena YAŞAR
26 Kasım 2015








7 Kasım 2015 Cumartesi

Satılık

Kendi kederimin ellerinden tuttum.
Yürüttüm, 
Gün geçtikçe -büyüttüm-

Bağırdım
Duymadı.
"Beni benden başka kimse duymadı"
Zaten kimse yoktu
Sen de yoktun
Yağmurlar vardı, yağmurlar yağdı bi'tek
Şehir soğudu, buz gibi oldu
Bekledim
Kimse gelmedi.
Hani bir şarkıda diyor ya;
"Fakat devam eden bir hayat var
Güçlü olmak gerekiyor
Elbette sonu geliyor yalnızlığın*"
Sonu geliyor mu, bilmiyorum
Bana sorarsanız, 
Gelmiyor.


"Zaman geçiyor, öyle böyle geçiyor
her şey anılaşıyor"
Anılaşan her şey birer birer terk ediyor.
Birçoğu habersiz giderken
Birkaçı "satılık" ilanıyla haber veriyor gitmeden.
Sarıldığım tüm anılar benden sıkılmışçasına koşarak uzaklaşıyor.

Pek de bir şeye sahip olamamanın verdiği iç huzursuzluğu büyüyor.
Sahip olmaya çalıştıklarım ise her gün benim oluyormuş gibi görünüp sonra birden vazgeçiyor.
Kişilere verilen emekler özensizce çuvallara doldurulmuş hayalkırıklıkları olarak bana dönüyor.

Hayat son günlerde en çok şu soruyu yineletiyor:
İyi insanlar neden bize denk gelmiyor?



Senâ Yaşar
7 Kasım 2015


24 Ekim 2015 Cumartesi

Cümleli*

ne kadar çok alıştırma yapsanız da 
duymaya kendinizi bir türlü hazırlayamadığınız cümleler vardır
kaçarsınız
size sarf edilmesinden korkarsınız
belki de şimdiye kadar kendi içinizde onlarca kez kurmuşsunuzdur aslında o cümleyi
hatta yalnızken sadece içinizden söylemezsiniz
kendi kendinizle konuşur gibi tekrar edersiniz
belki sizi anlayan birilerini bulursanız arada bir ona söylersiniz o cümleleri
ama
kendi ses tonunuz dışında birinden duymak tokat gibi gelir
tokattan da ağır belki 
duvara çarpmış gibi hissedersiniz
hazırlıksız yakalandıysanız; gözüne ışık tutulmuş tavşan kadar avlanmış hissedersiniz.
Sonra
aylarca yaptığınız alıştırmaların boşuna olduğunu fark edersiniz
o cümleleri başkasından duyduğunuz ilk anda yüzünüzdeki tuhaf yanma hissine engel olamazsınız
konuşamazsınız
anlatamazsınız
''hayır öyle değil'' cümlesi bile çıkamaz ağzınızdan
sadece
üzülürsünüz
fazlasıyla.
Büyümenin hiç de bir işe yaramadığını düşünürsünüz
büyüdüğünüzü fark edenlerin bireysel çıkarımları tarafından köşeye sıkıştırılırsınız
haksız yere

bazen tüm odalarınızı tek bir insan bilir, anahtarları da bir tek onda vardır
tüm anahtarlarınızı emanet ettiğiniz o insan tarafından bir odaya kilitlenirsiniz
en beklenmedik
en istenmeyen
belki de
en olmaması gereken bir anda.
kendini ifade etmenin en güç olduğu anlardan biriyle karşı karşıyasınızdır artık.
yapılacak tek şey
- değerlerinizle çelişmek pahasına-
birkaç müzik dinlemektir
hem kendini
hem müziği dinlemek
hatta bir süre sonra müziği dinliyormuş gibi yapıp sadece kendini dinlemek.

Sena
24 Ekim 2015

21 Ekim 2015 Çarşamba

Mavi Demirli Günler


Biraz kafasını kaldırmak istese ani bir darbeyle eski pozisyonuna geri dönüyordu. 
Yalnızca uyumak istediği zamanlarda uğramak istediği, hatta belki de uğramak zorunda olduğu tek yerden de o acımasız darbeyi alıyordu her gün.  
Sıra sıra dizilmiş sekiz demir parçası onun gökyüzü, tavanı, huzur bulmak istediği ama birçok uğraşa rağmen bulamadığı yerdi. 
Onun tavanı artık kulaklarının en dibinde hissettiği o iğrenç sesi çıkaran mavi demirlerdi. Yatış pozisyonuna bırakılmış kahverengi suntayı taşımak için dizilmiş 8 demir parçası.. Onun tavanım dediği yer aslında tanımadığı bir kızın belli belirsiz saatlerde hareket edip gıcırdattığı demirlerdi. 

Her sabah uyandığında mavi demirlere çarparak ilerlemeye çalışıyordu.
Onun için uyanmak demek samimiyetsizlik kokan mavi demirlerle bir gün boyunca daha yüz yüze olması demekti. 
Elini attığı her şey gıcırdıyordu. 
Belki de burada duyduğu tüm sesler ona göre yalnızca rahatsız edici bir gıcırdamadan ibaretti. 
‘’Güzel günler gelecek’’ klişesi bile ona umut dolu bir cümle gibiydi artık. 
Güzel günler gelmiyordu. Güzel olmasını beklemek fazla lükstü belki. O artık yalnızca yeni bir gün bekliyordu. Güzel olup olmadığına geldikten sonra bile karar vermeye razıydı. Ama yeni gün yoktu. O haftalarca bekledi, gelmedi. 
Her gün aynıydı. 
Her gün ‘’soğuk ve mavi demirliydi.’’ 

Ona ait olan hiçbir şey yakınında değilken ait hissedemediği her şey burnunun dibindeydi. Ait hissedebildiği birkaç şeyi ise yaklaşık iki metre boyunda kırk santimetre enindeki mavi demirli dolaba sığdırmak zorundaydı. Üzerine kilit vurmazsa eğer; onları da kaybedecekti. Geldiği günden beri kaybettiği şeyleri düşündükçe daha çok korkuyordu. Yastığının altına koyduğu küçük anahtarlardan başka güvenebileceği tek bir şey bile yoktu. Bir insan küçük bir anahtardan ne kadar çok beklentiye girebilirdi? Ama bekliyordu işte. Ona ait birkaç şeyi koruyabilmesi için başka bir çaresi yoktu. 
Herhangi bir konuda hiç kimseden veya hiçbir şeyden beklentiye girmemek konusunda verdiği sözleri çiğnemek pahasına da olsa, bekledi.


Her an gidecek olmanın umuduyla, hep burada kalacak olmanın verdiği korkuyu aynı anda yaşıyordu.
Hem de her gün.

Kendi kendine yardım etmeye çalışsa da bazı şeyler yetmiyordu.
İnsan çoğu zaman kendi kendine yetemiyordu. 
Deneyip görmüştü.

Aidiyetsizliğin doruğuna çıktığı anlardan birindeyken birden saate baktı. Yemek saati geçiyordu. Onun hayatındaki saatlere o değil, başkaları karar veriyordu. Onun seçimleri diye bir şey yoktu artık. Her gün olduğu gibi başkalarının belirlediği saatlerde, başkalarının karar verdiği yemekleri yemek için aşağı indi.
Üstelik her gün -yalnızdı- 
Herkes gibi kahverengi dikdörtgen tepsiyi aldı, sıraya girdi, yemek bekledi. 

Buraya geldiği günden beri sıra bekliyordu. Kendi hayatını yaşamak için her gün sıra numarası alıyordu. Biriken sıra numaraları kaybedilmiş her şeyi özetliyordu adeta. Hayatını gelmeyen bir sıra numarası eşliğinde yaşıyor olmak berbattı. 
Ve berbatlaşmaya devam ediyordu. 

Bir tercih şansı olsa listeye bile almayacağı bedenlerle saatler geçiriyordu. 
Saatler, günler, -hatta belki- aylar geçirecekti..

Anlam veremediği tüm yüzler, bedenler, kişilikler, sözler her daim onunlaydı. 
Bunu kabul etmekten kaçmaya çalışsa da ancak bir yere kadar direnebiliyordu.




İnsanın sürekli boğazında bir düğümle geziyor olması ne demekmiş yeterince anladı. 
Artık bu perde kapansın istiyordu. 
Daha fazlası demek, bir yok oluş demekti onun için. 
Daha çok kaybetmek yavaş yavaş yok oluşa dönüşecekti. 
Hissediyordu.
Hislerinde kolay kolay yanılmazdı. 

Onun canını en çok acıtan kimsesizlik değil, herkessizlikti.
Ve kendi içinde bölünerek çoğalan herkessizlik oldukça hızlıydı.
Çoğalıyordu, 
Hem de acıta acıta.



Sena YAŞAR 
21 Ekim 2015/ANKARA



Tablo: Edvard Munch

30 Eylül 2015 Çarşamba

Boşluk


''Huyumdur, hep ölürüm
nice aşklara bölünürüm..''

Adı gibi ''naif'' bir yerden yazıyorum bugün.
Sıcak çayın daha önce hiç bu kadar huzur vermediği bir yerden yazıyorum.
En sevilen kitapların, en sevilen filmlerin, en sevilen haftalık-aylık dergilerin olduğu sakinlik kokan bir yerden..
O güzel yerin, o en güzel köşesinden.
Karşıma aldığım Leon filmi afişi, hemen solundaki kitaplık ve afişin sağındaki minik pencere
Hepsi en sevileninden.


Pencere açık
Açık olan aralıktan girip tenime temas eden serin hava
Sadece tenime değil, iç organlarıma bile sürtünerek geçiyor yanımdan.
Evet, Ankara'nın en güzel günü bugün.
Gün içinde hafif hafif yağan yağmur, bazı saatlerde gücünü hatırlatmak istercesine şiddetli yağıyor.
Şehirde sonbaharın her anını iliklerime kadar yaşıyorum.

''Ankara'da yağmurlu bir gün''

Üşüyorum.
Pencere hala açık.
Soğuk hava sinsice sızıyor yine yanıma.
Bu kez sürtünmekle yetinmiyor,
Geçip karşıma oturduğunu hissediyorum.
-belki de zannediyorum-

Oturduğum andan bu yana özlediğim tüm parçalar çalıyor neredeyse.
Heralde daha hüzünlüsü çıkamaz dediğim her şarkıdan sonra, yine yanılıyorum.
Şimdi de Ayna-Sen Unutma Beni çalıyor.
''yalnızım, yine yalnız'' diyor arkadaki ses.
Daha çok üşüyorum.

Geldiğim günden bu yana bekliyorum.
Bazen birilerini,
Bazen bir şeyleri,
Bazen kendimi,
Hatta çoğu zaman kendime gelmeyi.

Sebepsizce gelen ağlama isteği yine yokluyor.
Günlerdir istikrarlı olarak ''gelen'' tek şey o.
Kaçmaya çalışıyorum,
Olmuyor.

Burası kalabalıklaşıyor, buradan da kaçmak istiyorum.
-kalabalıklar içinde gerilmiş bir yaya dönüşmek hayatımın en büyük handikapı-
Yan masada oturan sakalları uzun adamın ses tonundan etkileniyorum sebepsizce.
Ses tonları kişilerde hissedebildiğim tek şey.
Sırf ses tonlarını içimde hissettiğim için saatlerce sessizce dinlediğim insanlar tanıyorum.
Özlediğim seslerden bahsetmek bile istemiyorum.

Çözümsüzlüklerin bir parçası olmamak için kendi içimdeki çözümsüzlüklere bile yüz çeviriyorum.
Yüz çevirdikçe çözüldüğünü zannediyorum
Görmek istediklerimi kurguluyorum.
Sonra
İnanıyorum.
İçimdeki inanç boşluğunun yaptırım gücü sürekli büyüyor.
Büyüdükçe inanç kısmı siliniyor.
-boşluk kalıyor-
''Boşluğun gücü'' diye bir şeye inanmaya başlıyorum artık.
İçimin dipsiz bir boşluk olduğunu düşünen herkesi haklı çıkarıyorum istemeden.

Bir şeyleri yazdıkça aklımı hep aynı insan, farklı figürlerle işgal ediyor.
Ne kılıkta olursa olsun mutlaka bir şekilde aklımda olması her zaman iyi hissettiriyor.
Ben en çok onu özlüyorum.
Bir gün mutlaka  buraya gelecek olması şu sıralardaki tesellilerimin en büyüğü oluyor.
Bekliyorum.

Sena YAŞAR
30 Eylül 2015 - Ankara


*Fotoğraf: Sena Yaşar






28 Eylül 2015 Pazartesi

AĞABEY


Komutası altındaki askerlerce çok sevilirdi.
''Bana komutanım değil, ağabey deyin'' derdi askerlerine.
2009-2011 yılları arasında Kars-Kağızman ilçesinden görev yaptı.
Kağızman'ın halkı da onu çok severdi, askerleri gibi.
Kağızman'da 1939'dan beri devam eden  70 yıllık kan davasını bitirmek için yaklaşık 1 yıl boyunca uğraştı.
İki aile arasındaki kan davasına son verdi.
İlçe halkı ona ''barış elçisi'' adını koydu.
Askerlerine ağabey,
Halka barış elçisi,
Gencecik karısına iyi bir eş,
Anasına-babasına vefalı bir evlat,
Vatanı için ise yürekli, yiğit bir binbaşıydı Yavuz Sonat GÜZEL.


26 Eylül 2015 saat 15.50'de Tunceli'deki çatışmada PKK tarafından açılan ilk ateşte ağır yaralandı.
Sikorsky helikopterle kayalık, ormanlık ve derin vadilerin olduğu çatışma bölgesinden alındı.
Hastaneye götürüldü.
Yapılan tüm müdahaleye rağmen kurtarılamadı.
Hain bir kurşunla yaralanan binbaşı şehit oldu.
Bugün Ankara'da toprağa verildi.

Annesinin payına acı ile feryat etmek,
Eşinin payına ondan emanet gözyaşı dolu bir kız çocuğu,
11 yaşındaki kız çocuğunun payına ise çerçeveli bir fotoğrafa sarılmak düştü.

Sebep oldukları hiçbir şey anlaşılmasın diye yüzlerine taktıkları hüzün maskesiyle gelen siyasiler yine ön saftaydı.
Ve utanmadan cevapladılar ''hakkınızı helal ediyor musunuz?'' sorusunu
''Helal olsun'' diye.
Sanki bir hakları varmış gibi.
Üstlerine düşen tüm görevi yapmış olmanın verdiği iç huzurla evlerine döndüler sonra.
Maskeler duvara asıldı.
-bir dahaki cenazede takılmayı beklemek üzere-

Gerçek olan ise; kaybedilmiş bir baba, kaybedilmiş bir evlat, kaybedilmiş bir eş, kaybedilmiş bir ağabey, kaybedilmiş bir barış elçisi, kaybedilmiş bir yiğitti.

Ulusumuzun -bugün de- başı sağ olsun.

Zaten bir köşeye bırakılıp kaçıldığı için sahipsizlikten ölen insanlık,
bugün açılan derin bir çukura boylu boyunca uzandı.
Allah korusun(!) belki bir gün uyanıp çıkmak istediğinde yapamasın diye sıra sıra tahtalar dizildi ve sabitlendi.
Sonra üzerine elden ele verilen küreklerle toprak atıldı.
-üstelik herkes yarış halindeydi-
Toprak ağırlaşsın, iyice çöksün diye su döküldü üzerine bir de.
İnsanlık, bir kez daha öldürüldü, 
bu sefer boğularak.

Belki insan bir kere ölür ama insanlık milyonlarca kere öldü.

Öldürüldü.



Sena YAŞAR
28 Eylül 2015 / 0121





















25 Eylül 2015 Cuma

Ses


Tutunduğum tek şey özlediğim sesleri dinlemek oldu bugün de.

Aylar öncesinde takıntılarımın esiri olup gizli gizli aldığımı zannettiğim ama aslında yeterince fark ettirerek aldığım ses kayıtları bugün bana yoldaş oldu.
Özlediğim ama bir daha geri getiremeyeceğimden emin olduğum günleri yad etmek için tek çıkar yolummuş bu kayıtlar.

Aslında kendime verdiğim derslere bir yenisini daha ekledim bugün.
Yanımda olmama ihtimalini düşündüğüm bir sürü şey yanımda yok artık
ve olmayacak da bir daha.
Ama fark ettim ki gün içinde aklıma bile gelmiyor artık bazı şeyler.
Geçen yıllarda yokluğuna dayanamadığım insanları artık gün içinde düşünmüyorum bile.
Aklıma acaba ne yapıyorlar, acaba şu an neredeler, acaba şu an uyuyorlar mı diye sürekli getirdiğim bazı insanların acabası artık yok.

Kafamdaki bazı acabaların da belirli bir sahibi yok.

Benim içim yine acabalar yığını aslında.

Bunların geçeceği günü beklemekten başka çarem ise; yok.

Şüphesiz ki hayata devam etmemi zorlaştıran en büyük etken takıntılarım.
Sevgi, tutku, aşk, heyecan veya türevleri..
Bunların hiçbiri değil.
Beni bir şeylere, birilerine hep takıntılarım bağlıyor.
İşte bu ses kayıtları da o ''takıntılarımın'' eseri.
Eskisi kadar vazgeçilmez bir bağ ile dinlemesem de
bugün açtığım zaman aynı şeyleri hatırlatıyor bana.

Aynı ses
yine aynı şekilde heyecanlandırıyor beni.
Ama dedim ya
önceden takıntıyla dinlediğim şeyleri bugün yalnızca denk geldiği için dinliyorum.

Bazı şeylerin iyisini, kötüsünü, artısını, eksisini kimseyle tartışmaya mecalim yok.
Bugün bir kez daha anladım ki:
Değişimden kaçamıyorum.

Koşuyorum, 
Saklanıyorum yakalanmamak için
bazen koşarken düşüyorum dizlerimin üstüne
kalkıp devam etmek isterken akciğerlerimin büyüdüğünü hissediyorum.
Hareketlerim yavaşlıyor
nabzım hızlanıyor
tüm dünyanın oksijenini bitirmek istercesine derin nefes alıyorum
ama yetmiyor
üstelik
dizlerim çok acıyor

kanıyor.


Sena YAŞAR
25 Eylül 2015/0046

bu gecenin şarkısı için;
https://www.youtube.com/watch?v=DR7mtyH0NRY










5 Eylül 2015 Cumartesi

Kendimden Ne Haber



Gittim.
Gitmeye hazır değilim diye diye hem de.
Sabah evden valizlerle çıkarken annemin gözyaşını kendi tenimde hissettim saatlerce.
Abimin ''hiç özlemem ki''lerinin yerini kızarmış gözlerin aldığını gördüm havaalanında.
Babamın her zamanki suskunluğu bu sefer daha ağır geldi bana, kurşun gibiydi.
Taşıyamadım. 
Giderken sarıldığım herkesin bir tutam kokusu kaldı üzerimde.
Onlarla yola çıktım.
''Birbirinize iyi bakın'' cümlesinden başka hiçbir cümle kuramadım ayrılırken.

''Birbirinize iyi bakın''

Hayallerimin şehrinden yazıyorum bu gece.
Daha düne kadar adını bile duyduğumda orada olamadığıma üzüldüğüm şehrin sokaklarını gezdim gün boyu.
Kaybolmamak için her yüz metrede bir birilerine sordum gideceğim yerlerin adresini.
Ve uzun yıllar geçireceğim sokakları tanımak, bu sokaklara alışmak için uğraştım.

''Ben bu sokakları nasıl öğreneceğim'' cümlesini kurmamak için her gördüğüm otobüsün numarasını dahi ezberlemeye çalıştım.
İçimdeki sesle kavga ettim.
Bu kez susturdum onu, kendim konuştum;

''Her şeyi tek tek öğreneceğim, bir gün bu sokaklardan geçerken bugünü hatırlayarak kendi toyluğuma güleceğim'' dedim.

Bir günde büyüdüm ben
yalnızca bir günde 
o kadar büyüdüm ki
dün bana uzak gelmeye başladı artık.


Hayatımdaki her şey yeni bugün
şehir
ev
okul
insanlar
sokaklar
plakalar
binalar
hatta terliklerim
pijamalarım bile dün gecekinden farklı.

Bugün her şey yeni
yepyeni
korkuyorum ara sıra bundan
ama eskisinden daha az.

Bugün mutluyum, ilk kez yeniliklerle mutlu oluyorum belki de.
Bu şehre geldiği zaman mutluluktan uçacağım insanlar var.
Daha mutlu olabilmek için
onları bekliyorum.
Yeni olan her şeye onlarla başlamak istiyorum,
herkes kendi miladını yaşasın
ve ileride bir gün geldiğimiz günlerin buruk heyecanını birbirimize anlatalım istiyorum. 

Kendimden beklemediğim bir dirençle bugünü atlatıyor olmama ben bile şaşırıyorum.
Fakat sebebini biliyorum;
Bugün yalnız değildim.
Yeni olan her şeye çok eskilerden bir insanla başladım.
Her insanın kırılma noktası olan insanlar olur ya, işte onlardan birisiyle.
Bu yüzden direnebilirim kolayca;
Umutsuzluklara, özlemlere, başlangıçlara,bana zor gelen her şeye...

Minik-sarı-tatlı mı tatlı küçük bir patatesle gezdim sokakları.
Onun daha aşina olduğu yerleri tek tek bana anlatışını dinledim. 
İkimizin de çaresiz kaldığı yerlerde ise ''biz yeni geldik'' diyebildik sadece.
Gün boyu ''şimdi biz geldik mi ya'' diyerek sırıtıp durduk birbirimize.

Hayalini kurduğumuz şehre geldik biz.
Heyecanla beklediğimiz günleri yaşamak için hiçbir engel yok artık önümüzde.

Ve bugün ilk günümüz.
Kendi hayatlarımızın temel atma törenlerinde birbirimizin kurdelesini kestik bugün.
İkimiz de aynı heyecanla birbirimize sarılıyoruz.

Aynı heyecan, aynı güven duygusuyla sarılacağız da.
Her zaman.


Sena Yaşar

5 Eylül 2015 / ANKARA
02.31























30 Ağustos 2015 Pazar

Yine Aynı


Gitmemek için sızlanmayacağım bu kez. Ne mi değişti? Kayda değer hiçbir şey değişmedi.
yine aynı masadan yazıyorum, yine aynı evden, yine aynı şehirden. yine aynı saatlerdeyiz, yine aynı insanlara minnet duyuyor ve yine aynı insanlara kızıyorum aynı kişileri özlüyorum, aynı şeyleri düşünüyorum, yine bazı şeyler aynı imkansızlığında yine aynı sohbet listesini izliyorum ve yine aynı şeyleri bekliyorum.
yani aslında '' bugün yine aynı yine aynı bi'gün* ''
Hiçbir şey değişmedi, sadece kendime acıdan beslenerek büyüyemeyeceğim gerçeğini hatırlattım.
Ve saatlerce tekrarladım içimden:
''Geçmeyen acı yok''
Bu yüzden gidiyor olmak, o kadar da dram dolu bir olaymış gibi gelmiyor.

Değişen şeyler oldu belki,
Ben yine aynı insanla büyümek istesem de onun vazgeçişini izliyorum. Benim vazgeçmek dediğim şeye, o başka bir şey diyordur belki de.
Bilmiyorum,
konuşmuyor, 
anlatmıyor.
İşte beni büyütmeyen de bu oluyor.
Büyümek istiyorum ben, büyümek.
Yalnızlaşmak değil,
sadece ''büyümek'' istiyorum.
Ama şundan eminim ki ben her zaman aynı kişiyle büyümek istiyorum.
Bütün duvarlarınızı yıkan kişi, o duvarları tekrar ören kişi de olabiliyor farkında olmadan. Yıkılan duvarlara herhangi bir özlem duymuyor ve yenilerinin örülmesini istemiyorsanız eğer mevcut durum size yeryüzündeki en ağır işkencelerden daha ağır gelebiliyor.
Mesela her zaman iyi gelmiyor yazmak. Bazen konuşmak istiyorsunuz o an kurduğunuz cümleler her neyse yanlışlığını, doğruluğunu tartışmak istemiyorsunuz hiçbir zaman. Veya kurduğunuz her cümleyi sizin gibi anlamasını istiyorsunuz karşınızdakinin. Yani hissettikleriniz ile aktardıklarınız çelişmesin istiyorsunuz.
Siz böyle isterken, sadece beklemek mecburiyetinde olduğunuzu fark ediyorsunuz ve farklı yöntemler denemeye başlıyorsunuz.
Konuşmak istedikleriniz yoksa yanınızda, olayların çevresinde dönüp duruyorsunuz. Anlayabilecek insan arıyorsunuz sürekli ya da sizi dinleyebilecek bir insan.
Buluyorsunuz, saatlerce konuşup anlatıyorsunuz kendinizi. iyi geliyor size fazlasıyla.
Ve ne tuhaftır ki ondan da aynı şeyleri dinlemeye başlıyorsunuz bi süre sonra. Aynı acıların farklı türlü olanlarını çekiyorsunuz aynı çıkmazların ikinizi de alıp aynı yere götüreceğini biliyorsunuz bütün bunları bilmenize rağmen Birbirinize iyi gelebilmek için elinizden gelen her şeyi yapmak istiyorsunuz. Bazen aynı acıya gülüyor bazen aynı acı üzerinden birbirinize vuruyorsunuz -ki aynı acıya karşı aynı dirençle karşılık verebilesiniz-
ama ısrarla aynı acıya koşmaya devam ediyorsunuz. -aynı çıkmaza-
O uzaklaşmak istiyor, gitmek istiyor hatta bazen bir daha gelmemek istiyor. Kaçmak istiyor mantığını kullanamadığı her şeyden ama duyguları daha zinde olduğu için her zaman bedeninin önüne geçiyor ve o kalıyor gitmek yerine daha yakına gelmek istiyor yanında olmak istiyor acının bazen acıyla koyun koyuna uyumak istiyor acıyı koklamak istiyor bütün kokuyu içine çekip gittiği her yerde çıkarıp hatırlamak istiyor o kokuyu.
Eskiden ben çay sevmem diyerek uzak durduğu çay bardağı, artık ona cazip geliyor hava soğuk olduğu için, iki elini de sıcak çay bardağına kenetliyor bütün bedeni üşümesine rağmen sadece elini ısıtarak tümüyle ısınabilmeyi bekliyor. Çayda mutluluk aramaya başlıyor en sonunda ama aslında hala çay sevmiyor eli yanmaya devam ediyor ve bu yanma artık ona tuhaf bir haz veriyor.
Ve siz onun aldığı bu hazdan rahatsız olduğunuz halde elinden bardağı almıyorsunuz. Aksine çay size de cazip geliyor artık.
Ama her zaman çay içmek istemiyorsunuz, bazen aklınıza alkol geliyor. Hani herkes diyor ya acıyı unutturuyor diye. Siz de denemek istiyorsunuz. hiçbir şeyi unutturmayacağından emin olduğunuz halde.
En kısa sürede, Farklı sebepleriniz olmasına rağmen aynı acıya içmek istiyorsunuz. Üstelik o 1 dubleden fazla rakı içemiyor. Ama ''Ben birayla devam ederim'' diyerek yine bir şekilde sizin yanınızda olduğunu hissettiriyor.
Her zaman olduğu gibi.
Sena Yaşar 30 Ağustos 2015

28 Ağustos 2015 Cuma







''Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu.

Belirsizlikler arasında belirmeye çalıştığımız yaşam gibi.

Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama isteği kadar büyük.

Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar.

Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar.

Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı.

Ama sen;

Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an.

Birisinin teniyle yan yana olmak, kendi varoluşumu unutmak mı?

Ya da daha derin algılamak mı?

Kendi varoluşum.

Her varoluş, kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu?''



        Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk

25 Ağustos 2015 Salı

Sorarsanız Söylerim, Sıkıntı Var



Başlayamadım.
Sayfayı açıp dakikalarca tuşlara basamadım.
İnsanın söyleyecek bi'dünya cümlesi varken, konuşamamasıyla aynı durum bu da.
Ben de yazamadım, yazmak istediğim o kadar çok şey varken.
Şu anda da sözlüye kaldırılıp bilmediği soruyla karşılan bir çocuk gibi zaman kazanmaya çalışıyorum sanırım, mesela kurduğum 3-5 cümle aslında kurmak istediklerim değil.
Kafamın içinde birbiri ardına dizilmiş ve tek tek yazılmayı veya konuşulmayı bekleyen cümleler sıkıntıdan patladı.
Kendi kendine söylenmeye başlayan bankamatik sırasındaki teyzeler gibi.


Bağıra bağıra içime yazdığım kimse var mı bilmiyorum ama bağıra bağıra içime yazdığım cümlelerim var benim, ondan eminim.

Nereden başlayacağımı buldum sanırım.
Son günlerimin en büyük sıkıntısı;
Ne gitmeye hazırlamak kendini ne de gitmemeye hazırlamak..
Gitmek için hayalini kurduğum şehre bir uçak bileti mesafem kalmışken, gidişime dair hiçbir şey hissedememek.

Annemin hazırlamaya çalıştığı valizden kaçmak,
gidişim için duyduğum cümleleri yüzümdeki maskeli tebessümle dinlemek.


Ayrılıkların, vedaların ve geride hep birilerini bıraktığımız gerçeğinin olduğu bir dünyaya gelmek kimin fikriydi?

Kesinlikle benim değil.

Gittiğimde dağılacağını, yıkılacağını, birbirinden kopacağını, birbirine yabancılaşacağını bildiğim iki insan var, hayatımın merkezinde iki insan..

Belki de bu yüzden gidişime dair hiçbir şey hissedemeyişim.

Kalmak istiyor muyum?
Sonu soru işaretli bir ''hayır''

Gitmeyi, kalmayı geçtim de
asıl sorun, ben kendimi hissedemiyorum.



''Kapalı kapıdan kafamı çıkarıp kafayı üşüttüm
...
Hey yabancı, ben zaten yıllardır içime dönüktüm.
...
Kirpiklerim titremekte korkularımdan,
düşersem yanarım.''

Belki de tam olarak bu.
''Kirpiklerim titremekte korkularımdan'' belki de.


korkmak;
böcekten korkmak
yükseğe çıkmaktan korkmak
asansörden korkmak
ölmekten korkmak
kaybetmekten korkmak
değersizleşmekten korkmak
gitmekten korkmak
başlamaktan korkmak
hata yapmaktan korkmak

...


Bilmiyorum ki bu yazı nereye gidiyor
ya da ben bu yazıya neden başladım
sor bana bi neden başladım

sor sor
çekinme.

Bilmiyorum neden başladım, ne yazacağım onu da bilmiyorum.
Bildiğim tek şey, cümlelerin hiçbirini belirli bir insana kurmadığım.

Hatta anlatmak istediğim tek şey.


En kısa sürede,
beni dinlemek isteyecek birileri bulursanız, bana da haber verin.
Bi de karşısında hıçkıra hıçkıra ağlayabileceğim biri.
Umarım o denli sabır yüklemesi yapmış birileri hala hayattadır.


Barışla her telefon kapatışımızda birbirimize söylediğimiz gibi:
Hepiniz ''Allaaa emanet''



Sena Yaşar
25 Ağustos 2015


































22 Ağustos 2015 Cumartesi

Bir Behçet Necati Vardı





Evin en ücra köşelerinde bile çeken kablosuz internetin odamın kapısından girdiğim anda anında kesilmesinden mi başlasam yazıya?

Yoksa uykumun en anlamsız saatlerde gelip uyumam gereken hiçbir saatte 
gelmemesinden mi?

Buldum,
içi sanat dolu bir kitap okumak isteyip kitaplığıma gittiğimde 
elime ilk gelen kitabın ''Behçet Necatigil / Şiirler'' olmasından bahsedeceğim.

Türk edebiyatında ''Evler Şairi'' diye geçer kendisi. Yani daha somut konuşursak,
 ''tam bir ev babası''

Baba dediğime bakmayın; çocuksu, kırılgan yanını her dizesinde hissedebilirsiniz aslında.
Basit gibi görünen dingin ama çok kuvvetli cümlelerin sahibidir Behçet Necatigil.

Bu geceyi Behçet Necatigil gecesi ilan ediyorum o halde!

''Yanda, bir uçtan bir uca
 Mavi deniz.
Odanın içinde güneşleri bulunca 
ısınırız.''


Behçet Necatigil'i çok sevsem de kitabı elime aldığım an LYS Edebiyat sınavım aklıma geldi. Sorulardan birisinde Behçet Necatigil'i işaretlemem gerekiyordu.

Kitabı elime aldığım o 3 saniyelik süreçte aklımdan test kitapları-edebiyat el kitabı-çalışma kağıtları-ezberlemek için hazırladığım küçük kare kağıtlardaki eser isimleri geldi.


Anlık bir şekilde aldığım rafa bırakmak istedim kitabı.
Ve sonra da kitaplığı kendime doğru çekip altında ezilmek istedim.

Evet, sınav mağduriyetinin insanda yarattığı tahribat bu işte.

Sizi o çok sevdiğiniz yazarlardan, her bir dizesine hayran olduğunuz bazı şiirlerden, hatta daha fazla hissedebilmek için kokladığınız o eski kitap sayfalarından bile uzaklaştırmak ister bazen.

eski kitapların o sararmış eski sayfaları diyorum,
ne güzel de kokuyorlar.

Behçet Necatigil gecesi ilan ettim az önce ben.
Ama
Bu gece en çok kendi kendimi dinlemeli.
İçimden ne geçiyorsa, ne hissediyorsam, kime hissediyorsam söylemeli,
Uzağımda olan herkesi özlemeli bu gece.
cümle cümle özlem kusmalı hatta.
belki de kimseyi bu kadar özlememek için bütün bir hayatını maç esnasında kenara bırakılan telefon-saat-cüzdan üçlüsü gibi birilerine emanet etmeli.
kendi hayatına maç arasında kontrol edilen bir telefon gibi şöyle bir göz gezdirmeli sadece.
sonra bir kenara atıp, maça geri dönmeli.
ya da
en azından bir süreliğine bırakmalı özlemeyi,
unutmalı özlenileni.

Manıl abinin de dediği gibi;
bu gece sigara yakmalı belki de?
ama yapamıyoruz, kronik astım var bizde.

Baktın hiçbir şeyin içinden çıkamıyorsun, oturup ağlamalı belki.
çözülecek mi her şey o zaman peki?
sanmıyorum.
Hiçbir şey çözülmediği gibi, ağladıktan sonra en az 2 saat durmayan burun akmasıyla uğraşacaksın hatta.
ağlamak değil de 
sonrasında saatlerce burun çekmek çok yorucu,
benden söylemesi.


Mesela 
en önemlisi, ''dinlemeli''
dakikalarca birisine bağırırken,  ''seni dinlemek istemiyorum'' demek yerine,
en azından birkaç cümlesini dinlemeli.
dinleyebilmeli insan.

sadece kendini değil, en azından biraz da karşısındakini.

ya da
hissettiklerin ile aktarabildiklerin arasındaki o dengeyi kurabilmeli.
hangi dengeyi mi?
benim bir türlü kurmayı beceremediğim o dengesiz dengeyi.


Cümle cümle özlem kusmalı dedim ya az önce.
vazgeçtim.
-hevesim kaçtı-


Behçet Necatigil diyorduk, ona mı dönsek?


                '' Hulyaları ile yaşardı
                  Bir Behçet Necati vardı
                  Gece yarılarında, sokakta,
                  Kağıda bir şeyler yazardı
                  Şairliğinden yadigar
                  Bu yel değirmenleri kaldı. ''





Sena Yaşar
22 Ağustos 2015