24 Ekim 2015 Cumartesi

Cümleli*

ne kadar çok alıştırma yapsanız da 
duymaya kendinizi bir türlü hazırlayamadığınız cümleler vardır
kaçarsınız
size sarf edilmesinden korkarsınız
belki de şimdiye kadar kendi içinizde onlarca kez kurmuşsunuzdur aslında o cümleyi
hatta yalnızken sadece içinizden söylemezsiniz
kendi kendinizle konuşur gibi tekrar edersiniz
belki sizi anlayan birilerini bulursanız arada bir ona söylersiniz o cümleleri
ama
kendi ses tonunuz dışında birinden duymak tokat gibi gelir
tokattan da ağır belki 
duvara çarpmış gibi hissedersiniz
hazırlıksız yakalandıysanız; gözüne ışık tutulmuş tavşan kadar avlanmış hissedersiniz.
Sonra
aylarca yaptığınız alıştırmaların boşuna olduğunu fark edersiniz
o cümleleri başkasından duyduğunuz ilk anda yüzünüzdeki tuhaf yanma hissine engel olamazsınız
konuşamazsınız
anlatamazsınız
''hayır öyle değil'' cümlesi bile çıkamaz ağzınızdan
sadece
üzülürsünüz
fazlasıyla.
Büyümenin hiç de bir işe yaramadığını düşünürsünüz
büyüdüğünüzü fark edenlerin bireysel çıkarımları tarafından köşeye sıkıştırılırsınız
haksız yere

bazen tüm odalarınızı tek bir insan bilir, anahtarları da bir tek onda vardır
tüm anahtarlarınızı emanet ettiğiniz o insan tarafından bir odaya kilitlenirsiniz
en beklenmedik
en istenmeyen
belki de
en olmaması gereken bir anda.
kendini ifade etmenin en güç olduğu anlardan biriyle karşı karşıyasınızdır artık.
yapılacak tek şey
- değerlerinizle çelişmek pahasına-
birkaç müzik dinlemektir
hem kendini
hem müziği dinlemek
hatta bir süre sonra müziği dinliyormuş gibi yapıp sadece kendini dinlemek.

Sena
24 Ekim 2015

21 Ekim 2015 Çarşamba

Mavi Demirli Günler


Biraz kafasını kaldırmak istese ani bir darbeyle eski pozisyonuna geri dönüyordu. 
Yalnızca uyumak istediği zamanlarda uğramak istediği, hatta belki de uğramak zorunda olduğu tek yerden de o acımasız darbeyi alıyordu her gün.  
Sıra sıra dizilmiş sekiz demir parçası onun gökyüzü, tavanı, huzur bulmak istediği ama birçok uğraşa rağmen bulamadığı yerdi. 
Onun tavanı artık kulaklarının en dibinde hissettiği o iğrenç sesi çıkaran mavi demirlerdi. Yatış pozisyonuna bırakılmış kahverengi suntayı taşımak için dizilmiş 8 demir parçası.. Onun tavanım dediği yer aslında tanımadığı bir kızın belli belirsiz saatlerde hareket edip gıcırdattığı demirlerdi. 

Her sabah uyandığında mavi demirlere çarparak ilerlemeye çalışıyordu.
Onun için uyanmak demek samimiyetsizlik kokan mavi demirlerle bir gün boyunca daha yüz yüze olması demekti. 
Elini attığı her şey gıcırdıyordu. 
Belki de burada duyduğu tüm sesler ona göre yalnızca rahatsız edici bir gıcırdamadan ibaretti. 
‘’Güzel günler gelecek’’ klişesi bile ona umut dolu bir cümle gibiydi artık. 
Güzel günler gelmiyordu. Güzel olmasını beklemek fazla lükstü belki. O artık yalnızca yeni bir gün bekliyordu. Güzel olup olmadığına geldikten sonra bile karar vermeye razıydı. Ama yeni gün yoktu. O haftalarca bekledi, gelmedi. 
Her gün aynıydı. 
Her gün ‘’soğuk ve mavi demirliydi.’’ 

Ona ait olan hiçbir şey yakınında değilken ait hissedemediği her şey burnunun dibindeydi. Ait hissedebildiği birkaç şeyi ise yaklaşık iki metre boyunda kırk santimetre enindeki mavi demirli dolaba sığdırmak zorundaydı. Üzerine kilit vurmazsa eğer; onları da kaybedecekti. Geldiği günden beri kaybettiği şeyleri düşündükçe daha çok korkuyordu. Yastığının altına koyduğu küçük anahtarlardan başka güvenebileceği tek bir şey bile yoktu. Bir insan küçük bir anahtardan ne kadar çok beklentiye girebilirdi? Ama bekliyordu işte. Ona ait birkaç şeyi koruyabilmesi için başka bir çaresi yoktu. 
Herhangi bir konuda hiç kimseden veya hiçbir şeyden beklentiye girmemek konusunda verdiği sözleri çiğnemek pahasına da olsa, bekledi.


Her an gidecek olmanın umuduyla, hep burada kalacak olmanın verdiği korkuyu aynı anda yaşıyordu.
Hem de her gün.

Kendi kendine yardım etmeye çalışsa da bazı şeyler yetmiyordu.
İnsan çoğu zaman kendi kendine yetemiyordu. 
Deneyip görmüştü.

Aidiyetsizliğin doruğuna çıktığı anlardan birindeyken birden saate baktı. Yemek saati geçiyordu. Onun hayatındaki saatlere o değil, başkaları karar veriyordu. Onun seçimleri diye bir şey yoktu artık. Her gün olduğu gibi başkalarının belirlediği saatlerde, başkalarının karar verdiği yemekleri yemek için aşağı indi.
Üstelik her gün -yalnızdı- 
Herkes gibi kahverengi dikdörtgen tepsiyi aldı, sıraya girdi, yemek bekledi. 

Buraya geldiği günden beri sıra bekliyordu. Kendi hayatını yaşamak için her gün sıra numarası alıyordu. Biriken sıra numaraları kaybedilmiş her şeyi özetliyordu adeta. Hayatını gelmeyen bir sıra numarası eşliğinde yaşıyor olmak berbattı. 
Ve berbatlaşmaya devam ediyordu. 

Bir tercih şansı olsa listeye bile almayacağı bedenlerle saatler geçiriyordu. 
Saatler, günler, -hatta belki- aylar geçirecekti..

Anlam veremediği tüm yüzler, bedenler, kişilikler, sözler her daim onunlaydı. 
Bunu kabul etmekten kaçmaya çalışsa da ancak bir yere kadar direnebiliyordu.




İnsanın sürekli boğazında bir düğümle geziyor olması ne demekmiş yeterince anladı. 
Artık bu perde kapansın istiyordu. 
Daha fazlası demek, bir yok oluş demekti onun için. 
Daha çok kaybetmek yavaş yavaş yok oluşa dönüşecekti. 
Hissediyordu.
Hislerinde kolay kolay yanılmazdı. 

Onun canını en çok acıtan kimsesizlik değil, herkessizlikti.
Ve kendi içinde bölünerek çoğalan herkessizlik oldukça hızlıydı.
Çoğalıyordu, 
Hem de acıta acıta.



Sena YAŞAR 
21 Ekim 2015/ANKARA



Tablo: Edvard Munch