10 Ocak 2019 Perşembe

Bütün Kara Parçalarında; Cemal Süreya

Çok içten, gerçek bir şey söyleyeyim mi? Kendi şiirlerime karşı o kadar da duyarlı değilim. Yaptıklarımın üzerinde hiçbir zaman ayrıntılı düşünmedim. Aslında şiirleri yazarken de öyleydim. Her seferinde ne yaptığımı bilmeden çalıştım. Çalışmak da denemez buna. İnsanın kendini oradan oraya vurması gibi bir şey. Ayrıca şiirden hep korktum. Şair miyim diye kendimden her zaman kuşkulanmışımdır. Beceremediğim, bunun için de bir türlü sevemediğim bir işi yapıyorum havası işte. Bu, ilk şiirimi yayımladığım zaman da öyleydi, bugün de öyle. Hep zorlanarak yazdım, mecburdum sanki. Elimde bulunan ilk imge ya da ilk dizenin şiddetli dürtüsünden de hiçbir zaman kurtulamadım. Bu dürtünün benim için yalnız sanat değil, hayat dürtüsü olduğunu da söyleyebilirim.

Metnin ağardığı, şiirin artık ortaya çıkar gibi olduğu an onu izleyen kısa süre ise öyle büyük bir sevinç getirir ki... Galiba bugüne dek o sevinci duymak için yazdım...



1931 yılında Erzincan’da doğdu…
“Bir doğum günüm yoktur benim” diyebilecek kadar hem barışık hem de küskündü bir yanıyla bu hayata.
Cemalettin Seber…
Türk şiirinin usta ismi, Cemal Süreya…
6 yaşına kadar ailesiyle beraber Erzincan’da mutlu bir çocukluk geçirdi.
Babası onun büyük şehirde okumasını istedi, halasının yanına İstanbul’a gönderdi…
Cemalettin burada  Firuzağa İlkokuluna başladı.
***

Çocukluk yılları yaşamına ve şiirine derin izler bıraktı. 
O 6 yaşındayken annesi öldü, onu şiire götüren en keskin neden de “annesi” idi…  Şiirendeki hüzün ilk kez böyle misafir oldu dizelerine. 
“Küçük kalbimdeki kuş ölmüştü.” dedi annesi Gülbeyaz Seber’in ardından… 
Yıllar sonra da babası… 
Babasıyla olan ilişkisine ise “tuhaf”tı diye tanımlar Cemal Süreya. Onu hiç dövmemiş olması ve kızsa bile gece gelip onu öptüğünü hissetmesi, babasını sevmesi için büyük nedendi. Babasının beklenmedik biçimde, trafik kazasında ölmesi ise onun dizelerine misafir olarak sızan hüznün ev sahibi olmasına sebep oldu… 
“Sizin hiç babanız öldü mü? / Benim bir kere öldü kör oldum” dizeleri babasının ölümünü “derinden” yaşamasına şahit dizeleri idi.
***

Cemal Süreya şiiri; hayatın içinde ne varsa, toplumsal meselelerden siyasal çözümlere, bireysel aşklarımıza kadar bizleri kuşatan eşsiz bir şiirdir. Onun bir dizesine takılıp sevgiyi, aşkı, acılara katlanmayı, hüznü, yaşanmışlığı anlayabilir insan. Süreya, bunu edebiyatta yeni bir dil ve yeni bir sözlükle başarmıştır...
“Gülümsemeyle hüzün hep yan yana gider benim şiirimde… Özgürlük ve kendine güven durumu lirizme, sıkıntı ve bunalım ise humora…” diye anlatır kendini ve şiirini.

1950’li yıllarda ortaya çıkan ve Garip akımından sonra Türk şiirindeki en önemli dönüşümü gerçekleştiren İkinci Yeni, yönü önceden belirlenmiş bir akım değildi  ama Türk şiirindeki etkisi büyük oldu. İkinci Yeni’nin “anlam şairi” Cemal Süreya, “Biz Garip akımına karşı doğduk ama onlardan aslında ne kadar da beslendiğimizi şimdilerde anlıyorum der 50’li yaşlarında… Duyarlılığın şairi Süreya, insan denen karmaşık varlığa bu denli mütevazi ve kendine de bu denli eleştirel bakar...



İlk kitabı “Üvercinka” 1958 yılında yayımlanır Süreya’nın…
Üvercinka, “güvercin kanadı”ndan kısaltılarak elde edilmiş bir sözcüktür…
Barışa, aşka vurgu yapar bu sözle Süreya…
Her şairin ilk kitabı, bir kumaşın ilk metresi gibidir derler, şair bütünüyle o ilk yapıtta, ilk dizelerde saklıdır. Süreya da Üvercinka ile Türk şiirine damga vuracağının adeta o günden haberini verdi...
Cemal Süreya’nın Ankara’da Mülkiye’de geçirdiği 4 yıl ise dünya görüşünün ve sanatının oluşumunda önemli yer tuttu. Mezun olduktan sonra Eskişehir Vergi Dairesinde işe başladı. İlk kitabına adını veren gizli aşkı, “Üvercinka” da buradaydı.

“Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu  
                                                              kesmemeye
Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
                           Afrika dahil”

Süreya, “Senin bir havan var beni asıl saran o  / Onunla daha bir değere biniyor soluk almak dediği Üvercinka’sını hep bir giz olarak tuttu… Bu Üvercika’dan bir kızı oldu Cemal Süreya’nın… Adı, Ayçe… Kızını mütevazi hayattan pek koparmak istemedi. Babası ile aksak bir ilişkisi olduğu söylense de Cemal Süreya'nın yaşatılması için çok çaba sarf edecekti Ayçe Seber... Ve o kadın, yıllar sonra bile hala mütevazi bir hayat yaşamaya, insanların gözünün içine sevgi dolu bakmaya ve onlarca insanın da hayatına dokunmaya devam ediyor...

Cemal Süreya ve kızı Ayçe


İşinden dolayı birçok kent gezdi, en çok İstanbul’u beğendi Süreya. Yıllar sonra bu kente yerleşti, Kadıköy’de oturmaya başladı. “Ben Kadıköy İskelesi’ne en yakın oturan şairim” diye de övünürdü ama şairliğiyle hiç övünmezdi… 

İstanbul'da bir duvar duvarda bir kilise 
Sen çırılçıplak elma yiyorsun 
Denizin ortasına kadar elma yiyorsun 
Yüreğimin ortasına kadar elma yiyorsun 
Bir yanda esaslı kederler içinde gençliğimiz 
Bir yanda Sirkeci'nin tren dolu kadınları 
Adettir sadece ağızlarını öptürürler  
Ayaküstü işlerini görmek yerine 
Adımın bir harfini atıyorum 


Elma şiirinde adındaki “y” harflerinden birini attığını ilan etti... Nedeni bir arkadaşıyla girdiği iddiayı kaybetmesi idi. Söylenen o ki iddiaya girdiği kişi Üvercinka’ydı… Kaybedeceğini bildiği halde girdi iddiaya. Aslında adındaki y’nin birini atmaya çoktan karar vermişti de Üvercinkalı anılarını çoğalttı böylece...
  



Yaşadığı her şeyi yazdı Cemal Süreya. Geçmişle şimdiki zaman, düşünceyle duygu, düz yazıyla şiir yan yana yer aldı onun eserlerinde. Cemal Süreya, şiirlerinin yanı sıra günlükleri, denemeleri, düz yazıları, Fransızcadan yaptığı çevirileri ve çıkardığı dergilerle de birçok önemli eser bıraktı.
“Papirüs” onun dergi serüveninde en önemli noktalardan biri oldu. Ankara’da başladığı dergi serüvenine İstanbul’da dostu Ülkü Tamer’le devam etti… Dergi işlerini yürütebilmek için tek göz bir oda kiraladılar beraber. İlk sayının maliyeti bin beş yüz lira tuttu. Fakat ikisinin ise toplamda elli liraları ya vardı ya yoktu… Dergi çıkardıkları odadaki antika halıyı o dönem aynı zamanda antikacılık yapan arkadaşları şair Edip Cansever’e satıp maliyeti karşılayabildiler ancak…

Son kitapları Sıcak Nal ve Güz Bitiği’nde kendi şiirinin tanımını buldu Süreya: Güneşten yırtılan caz, kavaldan dökülen gökyüzü… Bu son kitaplarında ortaya çıkan bir diğer tema da ölüm düşüncesiydi… Ölüm yaklaşırken Ülkü Tamer onun için şu dizeleri yazdı:
Tanrı binbirinci gece şairi yarattı,
Bin ikinci gece Cemal'i,

Bin üçüncü gece şiir okudu Tanrı,

Başa döndü sonra,

Kadını yeniden yarattı.

Cemal: Atlas Okyanus'nda Fırat'ın salı

Zap suyunda Alp Çiçeği


Cemal Süreya bu dizeleri okuduktan bir gün sonra, 9 Ocak 1990’da “Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaya” binerek aramızdan ayrıldı…
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte. 
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım. 
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir... 
Üstü kalsın...











14 Şubat 2017 Salı

Müdüriyet


Bilmem kaçıncı günün bilmem kaçıncı gecesindeyim. Bu bilmem kaçıncı yanıp kül oluşum sayamadım.

Peki ya bu hiç de tanımadığım sana yazdığım bilmem kaçıncı mektup?

Belki de bu da bir mektup değil, bu da bir hiç. Ve insan neden hiçliğe sayfalar yazar, yazar da siler bilmem... 

Yorgunum, kalbim de kırık fakat kimse bilmiyor. Hatta bir kalbim olduğunu arada bir benim bile hissetmeye ihtiyacım var.  Kırık veya çatlak... Yaralarım hala sıcak, üstelik yakınımda. 

Her şeye rağmen işten eve dönüyorum. 
Dışarısı soğuk, insanlar soğuk, balkon soğuk.
Uyumak istiyorum günlerdir.
Uyuyamıyorum.
Günlerdir uyumak istiyorum.
Ama uyuyamıyorum.
Ellerim hep boş, bomboş. Arada bir soğuk balkon demirlerine sarılıyorum tüm gücümle o kadar. 
Soğuk; insanı kendine getiriyor dediler, ben de zaten sana hep soğuklarda yazıyorum kendime gelip gelemeyeceğimden emin olamayarak. 

Ve ben günde üç kere ağlamak istiyorum. Ağlama isteğim özlemlerimden bağımsız, korkularımla doğru orantılı. 

Korkunun kuyusundan tırmanarak çıkıp her sabah işe gidiyorum. Tutmam için kuyunun içine atılan halatı boynuma dolayıp birilerinin beni yukarı çekmesini beklediğim gün otuz ikinci defa ölmüştüm. Ölmüştüm de sonra kalkıp yine işe gitmiştim, hatırlıyorum.

Müdüriyetin önünden geçip bana dikilen gözlerin arasından sıyrılmaya çalışırken hiç de gücümün kalmadığını görmesinler istemiştim.

Ama müdüriyet bu, görmüştü. 
Benim güçsüzlüklerimi gören müdüriyetler artık beni pek de sevmezdi.

Otuz ikinci defa ölüp tekrar ayağa kalkmıştım da otuz üçüncüye gücümün yetmeyeceğini biliyordum.
Karar verdim, artık işten eve dönmeyecektim.
Hem zaten işten eve dönerken önünden geçtiğim dükkanların sahibi değiştiğinden beri mutsuzdum.

Masama oturdum.
gitmeden eşyalarımı toplamam gerekir diye düşündüm. Dizilerde olduğu gibi karton kutu bulup masamın üzerinde, çekmecemde bana ait olan ne varsa o kutuya koymam gerekirdi.
Kutuyu bulup ikinci aşamaya geçtiğimde masada duran bardağın bile bana ait olmadığını fark ettim.
Gönül isterdi ki masamda bir saksım olsun ve onu alıp müdüriyetin önünden geçip gideyim.
Saksım da yoktu. 
Ben de bilgisayarımın masaüstündeki bana ait fotoğrafları silmekle yetindim.
En azından onlar benimle silinsin dedim.
Odamda kimse olmadığından, beni de kimse duymadı.

Her gün olduğu gibi bugün de  tam üç defa yalnızlığımla tokalaşıp işten çıktım.
Müdüriyetin umrunda bile olmadı.

Bir daha hiç işten eve dönmeyeceksem artık sana da yazmayacaktım.
Zaten sana yazmayacağımın sözünü kendime verdiğim an otuz üçüncü defa öldüm.
Otuz dörde uyanmayacağımın sözünü
kendime de vererek.


Senâ

                                       Aralık 2016, Girne (fotoğraf:Sena Yaşar)
  •    

7 Kasım 2016 Pazartesi

Olur Bazen Öyle


Benim her günüm aynı sanırdım.
Her gün aynı duygularla uyuyup aynı duygularla uyanırdım.
-dım?
hâlâ uyanabilir miyim?
Bilmiyorum.
İnsan on dokuz yaşındayken böyle lüzumsuz sorular sormak istememeli.

Geçmiş zaman kiplerinden oluşan onlarca cümle yazabilirim artık. Ben zannederdim ki bazı şeyler hiç geçmez, hiç "geçmiş" olmaz. Bu yüzden hayatta duyduğum en saçma cümleler arasına hep "geçmiş olsun"u koyardım. Heplerle hiçler arasında kurduğumu sandığım köprüler tam da ben üzerindeyken yıkıldı. Yükseklerden boşluklara düşerken kalbim durdu sandım.
Hem ben zaten yüksekten hep korkardım.

İnsanlar köprüleri neden böyle korumasız yaparlar diye düşünmeden edemiyorum.

İnsan on dokuz yaşındayken düşünmemesi gereken ne varsa düşünüyor.

Günlerdir ya hafızam beni yokluyor ya ben hafızamın kovanına çomaklar sokuyorum.
Uyandığında kim olduğunu unutmuş olmak insana böyle şeyler yaptırıyor.

Son zamanlarda -belki de son değil- uyuyorum. Sonra uyanıp pencereyi açıyorum. Kulaklarımı sağır eden sessizliğe mahkûm olmamak için konuşuyorum karşı evin balkonundaki asma yapraklarıyla. "Bi kar yağsa rahatlayacak ortalık." diyorum. 

Ne kar yağıyor şehre
Ne de asma yaprakları bana cevap veriyor.

Onlara da bozuluyorum. 

Güneş batmaya başlıyor yavaş yavaş.
Kapatıyorum pencereyi. Şehir akşam saatlerinde daha da soğuk oluyor.

Alışamıyorum hiçbir şeye.
Duyuları işleyen bir insan nasıl alışabilir?
Alışmak en hüzünlü kötürümlük biçimidir, buna inanıyorum. 

Ertesi gün baktığımda balkon trabzanlarını saran asma yapraklarını birilerinin çoktan kestiğini görüyorum.
Bana cevap vermemiş olmalarına ne kadar kızgınsam, bugün kendilerini kesenlere direnememiş olmalarına da o kadar çok kızıyorum.
Bıktım.
Nereye baksam oradan bir rüzgar çarpıyor yüzüme.
Bu yüzden artık hiç penceremi açmıyorum.

Yaprakları gitmiş, sadece kuru dalları kalmış bitkiye bakarken bir anda onlarca eski fotoğrafla doluyor zihnim.

İnsan on dokuz yaşındayken onlarca şeyi bir anda hatırlamamalı.



Seni nasıl da evim yaptığımı hatırlıyorum.
Harabeye dönmüş bahçendeki otları temizleyip nasıl güzel mandalina fideleri dikmiştim.
Pencerelerin önüne saksılar alıp sardunyalar ekmiştim.
Hiç de güzel kokmadıklarını bile bile.

Uzaklara gittiğimde her bir odanı nasıl özlediğimi, senin o ellerini nasıl da açık bir bahçe kapısına benzettiğimi hatırlıyorum.
Ve bir gün koltukların üzerine beyaz çarşaflar örtüp, panjurları kapatıp, bahçedekileri sulayıp kapıyı kilitledikten sonra gidersem döndüğümde yalnızca sardunyalar kurur sanmıştım.

Evimdin ya sen benim, geldiğimde yine aynı yerde bulurum sandığım. 
Geldim, bulamıyorum.
Evimdin sen benim, ben gittikten sonra kentsel dönüşüme girmişsin. 
Sökmüşler fidelerini, yıkmışlar duvarlarını, o en sevdiğim bahçe kapını söküp bir eskici tablasına koymuşlar.

Artık ne güzelliğin kalmış ne de bana aitliğin.
Yakın bir zamanda o ikimizin de hiç sevmediği uzun, dışı camlı, soğuk binalara dönüşeceksin.

Evim demiştim sana, hiç gitme, değişme diye.
En çok da hiç gitmemesi gerekenlerin gittiğini unutmuşum.

Senâ
7 Kasım, Ankara

(Fotoğraf: Senâ Yaşar, Lefkoşa)













29 Ağustos 2016 Pazartesi

*minik bir not*

"Sen, tüm dallarını ona uzattın diye toprağından vazgeçip sende çiçek açacak değil. 
Sen, kalbini zorla onun avuçlarına koydun. Bin parça olursan bu onun suçu değil.
Evin en güneşli köşesini ona ayırdın, tüm kuşları ona benzettin diye gördüklerini sana tamamlamak zorunda değil.

Her saç teline bir isim koydun, biliyorum.
Tarağı kıskandın, annesinin ellerini, başını koyduğu yastığı kıskandın.

Onsuz saatlerinde acıdan kemiklerin kırılırken bin kolun olsun, bin kolun onu sarsın istedin.

İçinde bir şeyler bu yüzden hep eksik kaldı.

O beğenir diye altını çizdiğin satırları başkasına okutmaya kıyamazdın, hatırlıyorum.

Sen, rüzgar O'dur sanıp pencerini hiç kapatmadın."

4 Temmuz 2016 Pazartesi

bu bir hiç


Gece yorgun.

Dışarıdaki yaprakları ağaçlardan kaldırımlara, kaldırımlardan da caddelerin kalabalığına iten ayaz, insanı da geceyi de yoruyor.

Mevsim, ağaçlara çiçek açtırmış fakat o çiçekler bu ayazı kaldırmayacak kadar güçsüz. Üstelik sen de Ankara’nın güneşine aldanıp ince giyinmişsin.

Yürüyorsun, ellerin giydiğin ince ceketin cebinde.

Sokaklar boş.
Sokaklar yokuş.
Her yer hâlâ soğuk.
Bu üçlüye alışık değilsin. Sıradan birçok insanın en büyük laneti bir şeyleri kanıksamakken, sen ne soğuğu ne de dik yokuşları kanıksayabildin. Bu konu üzerine kendini şanslı hissetmeli misin, bundan da emin olamıyorsun.

Yürüyorsun.

Onlarca şeyi sorgulayarak, kulaklıktan sızan sözlerin satır aralarında bir kişilik de olsa kendine yer arayarak.
Ayaz; her adımında yeni bilenmiş bir bıçak keskinliğiyle yüzünü, boynunu, ceketin cebine tam  sığdıramadığın ellerini, bileklerini kesiyor.
Hissettiğin sızı o kadar sert ki kanayan yerlerim var mı diye düşünmeye başlıyorsun.

Kanayan yerlerin,

yok.

Sen yalnızca acı eşiğinin yükselişine tanıklık ediyorsun.

Yürüyorsun, adımların hızlanıyor.

Soğuk, teninde daha fazla bıçak kesiği yaratmasın istiyorsun.
Bulduğun ilk kapıdan içeri giriyorsun. Odalardan geçip kapıya en uzak yere konumlanıyorsun, arkanda kalan tüm kapıları kapatarak.

Üşümüşsün.
Sıcak bulduğun yerlerin yokluğunda sağa sola çarparak ilerliyorsun.

Bir adam.

Yaşlı bir adam oturuyor tüm mahreminde.

Adı ne, bilmiyorsun.

Büyük ellerinden, uzamış saçlarından, kirli sakalından, yüzündeki öfkeden tanımaya çalışıyorsun.
Adamın sakallarının çokluğundan ten rengini bir türlü seçemiyorsun.
Kendine aynı anda onlarca soru sorup hepsine yanıt bulmaya çabalıyorsun.
Zihnindeki tüm sorular gürültüye dönüşüyor. Gürültünün şiddetinden sarsılıyorsun. Nabzın yükseliyor, kulak damarlarındaki kan hiç olmadığı kadar hızlı akıyor.  Korkunç gürültünün içinden tek bir soruyu çekip yakalıyorsun omuzlarından. Soru da sarsılıyor, en az sen kadar.

Cevap buluyorsun en beklenmedik anda. 

Evet, bu adamı yavaş yavaş tanıyorsun.
Kahveyi sert içer, sakal tıraşı olurken hep bir yerlerini keser, renklerden en çok sarıyı sever. Şiir okur geceleri, kapısı açık uyur.
Bir bir hatırlıyorsun…

‘’Gelmeyecektin’’ diyebiliyorsun sadece.

Yine böyle buz gibi bir günde gitmiştin. 

Ben, sen yokken terkedilmiş kasabalara köylüler yerleştirmiştim.
Bir daha haber alamadım ne senden ne onlardan.

Ben,
yüzünü ilk kez bu kadar tanıdığım kimselere benzetemedim.

Neden geldin?

Senâ / Ankara 





22 Nisan 2016 Cuma

SIRADANIM, SIRADANSIN, SIRADAN



Tepkiliyim.

Hem de oldukça tepkiliyim.

Yanlış anlaşılmasın tepkim size değil. Tepkim, sıradanlaşan her şeye, herkese.

Sıradanlaşana,
Sıradanlaştırana,
Sıradanlaşmaya.

Ard arda üç-beş defa söylenen bir kelimenin anlamını yitirmesi de tepkime dahil.
Tepki demişken, konuyu buradan açmışken, hazır sıradanlaşmaya olan öfkem de tazeyken bazı özlü sözlerin hâlâ facebook duvarlarını işgal ettiğini fark edip sıradanlaşmaya tepkimi yine bir facebook duvarından paylaşarak düzene başkaldıran, popülizmle ve klişelerle olan imtahınını vermiş bir birey(!) taklidi yaparak aranızdan ayrılma kararı aldım.

Evet, gideceğim.

En azından deneyeceğim.

Belki gidemesem de ‘’Gitmek istemişti de yapamamıştı.’’ dersiniz.

Eğer içinizden gelirse de birkaç adet güzel cümleyle anarak üzerime karanfil fırlatabilirsiniz.

Sıradanlaştığımı, sıradanlaştırıldığımı, tekrarlanan kelimelerin yarattığı ‘’anlam yitirmesi’’ gibi tüm anlamlarımı yitirdiğimi, bana bakarken gözlerinizdeki tepkisizliği -yer yer sevgisizliği-, hiç kimseniz olamayışımı fark ettiğim an değil de hazmettiğim an gideceğim.
Üstelik kaybettiklerimin bende yarattığı tahribatın hasar tespitini yapmaya dahî fırsat vermeden.

Lâkin alt başlıklar açmadan gitmeyi düşünmüyorum.

Başlayacağım yeni paragraf için hâlâ ‘’bir işaret parmağı’’ boşluk bırakma alışkanlığım umarım ‘’satırbaşı’’na ve ilkokul öğretmenime olan saygımı yeterince açık etmiştir.
Konuya tornistan edersek, alışkanlıklarımla kendimi nasıl sıradanlaştırdığımdan bahsetmiş miydim?

Bahsetmedim de bahseder gibi oldum.

Hatta bahsettimtırak, belki de bahsederimsi.

Beni boşverelim ama eğer siz kendinizi bir yerlerde bir şekilde sıradanlaştırdıysanız üzülürüm.
Fakat sizler için yapabileceğim bir şey ise henüz yok.

Ne kadar sıradansınız testini yapmak için sıra numarası alıp hayatınızın geri kalanında kuyruk haline dönüşmüş sırayı beklemenizi umuyorum.

Üzgünüm, bu gece için Tanrı’dan iyi dileklerde bulunmayı düşünmüyorum.
Ne kendim ne de sizler için.

Zaten onun da bencilliğinin esiri olup kendini sıradanlaştıran, saygınlığını zamanla yitiren bir unsur olduğunu düşünmeye başlayalı epey zaman oldu.

Kendimi belirli gün ve haftalar kitabından derlenip her yıl okunan ‘’günün anlam ve önemi’’ konuşmaları kadar yüzeysel, basit ve yarım uyaklarla yazılmış 3 kıtalık -konulu- şiirler kadar sıradan ama hafızalara yer etmiş hissediyorum.
Sunucu tarafından program metninin arasına serpiştirilmiş vecizeler de yazıya dahil.

Sena Yaşar
Ankara



23 Mart 2016 Çarşamba

cinayet

Kulaklarımdan yanaklarıma doğru sızan yanma hissi kalbimin anlamsız hızlı çarpışına karıştı. Boğazımdaki kuruluk bana saçma sapan şeyleri hatırlattı.(teşekkürler ventolin) 
ve ben kulağımda hızlanan kan dolaşımının etkisinden yüzümdeki yanma hissine hep gafil avlandım. Bu arada bugün ''gafil'' kelimesini cümle içinde ikinci kez kullanışım. 
Hayat da bu kelimeyi kullandığımda insanların yüzündeki ifade kadar anlamsız. VE BAZI ŞEYLER KAHROLMUYOR. -konudan bağımsız- 

Yazıyı en sevdiğim dışı çiçekli içi dikenli defterime yazarken birden kendimi burada buldum. ama defterimden yazıyormuşçasına devam edeceğim.(rahatsız olan varsa oturmasın, ayakta beklesin)
Kurşun kalemle yazdığım -ve hep kurşun kalemle yazmaya devam edeceğim- bu defter neler gördü, neler duydu, neleri sakladı.
neleri mi?
SA NA NE .
birileri önce içimde, sonra bu defterde öldü.
belki de ölmedi, öldürüldü.
defterin içi kan, yer yer de insan eti koktu.
MİDEM BULANDI.
kokudan değil, yalanlarınızdan
samimiyetsizliğinizden
ve yer yer
vıcık vıcık samimiyetinizden
midemin bulantısı baş ağrıma karıştı
sağ kolum uyuştu
uyuşma hissi acıyı hafifletti
ama bitirmedi, 
acıtmaya 
tüketmeye devam etti
ağlattı. 
özne acı olmaktan çıktı, öfkeye dönüştü.
zarf tümlecim her şeye rağmen sevgi kaldı ama bu kez de benim birçok şeye sevgim kalmadı.
bitti.
biteli de az zaman oldu.
belki de henüz fazla uzağa gidemedi.
sol elim titrerken, sağ elim sakin kalmayı tercih etti.
uyuşuktu.Ve antensiz bir televizyon ekranı kadar karıncalı. 
-karıncaların benzerliğinden emin değilim.-
yazı öfkeden hiçbir yere bağlanamadı. üzerine bir de kalemin ucu köreldi, silik yazmaya başladı. Duymak istemediğim birer saniyelik sesler üst üste kulağımda yankılandı. 
yankılandı
yan-kı-lan-dı
sesler kalemin ucu kadar silik kalamadı.
git gide bana yaklaştı.
Ben seslerden kaçmaya çalışırken onlar beni dizlerimin üstüne düşürdü.
bir kez daha 
kanattı.

Senâ.