30 Ağustos 2015 Pazar

Yine Aynı


Gitmemek için sızlanmayacağım bu kez. Ne mi değişti? Kayda değer hiçbir şey değişmedi.
yine aynı masadan yazıyorum, yine aynı evden, yine aynı şehirden. yine aynı saatlerdeyiz, yine aynı insanlara minnet duyuyor ve yine aynı insanlara kızıyorum aynı kişileri özlüyorum, aynı şeyleri düşünüyorum, yine bazı şeyler aynı imkansızlığında yine aynı sohbet listesini izliyorum ve yine aynı şeyleri bekliyorum.
yani aslında '' bugün yine aynı yine aynı bi'gün* ''
Hiçbir şey değişmedi, sadece kendime acıdan beslenerek büyüyemeyeceğim gerçeğini hatırlattım.
Ve saatlerce tekrarladım içimden:
''Geçmeyen acı yok''
Bu yüzden gidiyor olmak, o kadar da dram dolu bir olaymış gibi gelmiyor.

Değişen şeyler oldu belki,
Ben yine aynı insanla büyümek istesem de onun vazgeçişini izliyorum. Benim vazgeçmek dediğim şeye, o başka bir şey diyordur belki de.
Bilmiyorum,
konuşmuyor, 
anlatmıyor.
İşte beni büyütmeyen de bu oluyor.
Büyümek istiyorum ben, büyümek.
Yalnızlaşmak değil,
sadece ''büyümek'' istiyorum.
Ama şundan eminim ki ben her zaman aynı kişiyle büyümek istiyorum.
Bütün duvarlarınızı yıkan kişi, o duvarları tekrar ören kişi de olabiliyor farkında olmadan. Yıkılan duvarlara herhangi bir özlem duymuyor ve yenilerinin örülmesini istemiyorsanız eğer mevcut durum size yeryüzündeki en ağır işkencelerden daha ağır gelebiliyor.
Mesela her zaman iyi gelmiyor yazmak. Bazen konuşmak istiyorsunuz o an kurduğunuz cümleler her neyse yanlışlığını, doğruluğunu tartışmak istemiyorsunuz hiçbir zaman. Veya kurduğunuz her cümleyi sizin gibi anlamasını istiyorsunuz karşınızdakinin. Yani hissettikleriniz ile aktardıklarınız çelişmesin istiyorsunuz.
Siz böyle isterken, sadece beklemek mecburiyetinde olduğunuzu fark ediyorsunuz ve farklı yöntemler denemeye başlıyorsunuz.
Konuşmak istedikleriniz yoksa yanınızda, olayların çevresinde dönüp duruyorsunuz. Anlayabilecek insan arıyorsunuz sürekli ya da sizi dinleyebilecek bir insan.
Buluyorsunuz, saatlerce konuşup anlatıyorsunuz kendinizi. iyi geliyor size fazlasıyla.
Ve ne tuhaftır ki ondan da aynı şeyleri dinlemeye başlıyorsunuz bi süre sonra. Aynı acıların farklı türlü olanlarını çekiyorsunuz aynı çıkmazların ikinizi de alıp aynı yere götüreceğini biliyorsunuz bütün bunları bilmenize rağmen Birbirinize iyi gelebilmek için elinizden gelen her şeyi yapmak istiyorsunuz. Bazen aynı acıya gülüyor bazen aynı acı üzerinden birbirinize vuruyorsunuz -ki aynı acıya karşı aynı dirençle karşılık verebilesiniz-
ama ısrarla aynı acıya koşmaya devam ediyorsunuz. -aynı çıkmaza-
O uzaklaşmak istiyor, gitmek istiyor hatta bazen bir daha gelmemek istiyor. Kaçmak istiyor mantığını kullanamadığı her şeyden ama duyguları daha zinde olduğu için her zaman bedeninin önüne geçiyor ve o kalıyor gitmek yerine daha yakına gelmek istiyor yanında olmak istiyor acının bazen acıyla koyun koyuna uyumak istiyor acıyı koklamak istiyor bütün kokuyu içine çekip gittiği her yerde çıkarıp hatırlamak istiyor o kokuyu.
Eskiden ben çay sevmem diyerek uzak durduğu çay bardağı, artık ona cazip geliyor hava soğuk olduğu için, iki elini de sıcak çay bardağına kenetliyor bütün bedeni üşümesine rağmen sadece elini ısıtarak tümüyle ısınabilmeyi bekliyor. Çayda mutluluk aramaya başlıyor en sonunda ama aslında hala çay sevmiyor eli yanmaya devam ediyor ve bu yanma artık ona tuhaf bir haz veriyor.
Ve siz onun aldığı bu hazdan rahatsız olduğunuz halde elinden bardağı almıyorsunuz. Aksine çay size de cazip geliyor artık.
Ama her zaman çay içmek istemiyorsunuz, bazen aklınıza alkol geliyor. Hani herkes diyor ya acıyı unutturuyor diye. Siz de denemek istiyorsunuz. hiçbir şeyi unutturmayacağından emin olduğunuz halde.
En kısa sürede, Farklı sebepleriniz olmasına rağmen aynı acıya içmek istiyorsunuz. Üstelik o 1 dubleden fazla rakı içemiyor. Ama ''Ben birayla devam ederim'' diyerek yine bir şekilde sizin yanınızda olduğunu hissettiriyor.
Her zaman olduğu gibi.
Sena Yaşar 30 Ağustos 2015

28 Ağustos 2015 Cuma







''Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu.

Belirsizlikler arasında belirmeye çalıştığımız yaşam gibi.

Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama isteği kadar büyük.

Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar.

Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar.

Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı.

Ama sen;

Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an.

Birisinin teniyle yan yana olmak, kendi varoluşumu unutmak mı?

Ya da daha derin algılamak mı?

Kendi varoluşum.

Her varoluş, kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu?''



        Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk

25 Ağustos 2015 Salı

Sorarsanız Söylerim, Sıkıntı Var



Başlayamadım.
Sayfayı açıp dakikalarca tuşlara basamadım.
İnsanın söyleyecek bi'dünya cümlesi varken, konuşamamasıyla aynı durum bu da.
Ben de yazamadım, yazmak istediğim o kadar çok şey varken.
Şu anda da sözlüye kaldırılıp bilmediği soruyla karşılan bir çocuk gibi zaman kazanmaya çalışıyorum sanırım, mesela kurduğum 3-5 cümle aslında kurmak istediklerim değil.
Kafamın içinde birbiri ardına dizilmiş ve tek tek yazılmayı veya konuşulmayı bekleyen cümleler sıkıntıdan patladı.
Kendi kendine söylenmeye başlayan bankamatik sırasındaki teyzeler gibi.


Bağıra bağıra içime yazdığım kimse var mı bilmiyorum ama bağıra bağıra içime yazdığım cümlelerim var benim, ondan eminim.

Nereden başlayacağımı buldum sanırım.
Son günlerimin en büyük sıkıntısı;
Ne gitmeye hazırlamak kendini ne de gitmemeye hazırlamak..
Gitmek için hayalini kurduğum şehre bir uçak bileti mesafem kalmışken, gidişime dair hiçbir şey hissedememek.

Annemin hazırlamaya çalıştığı valizden kaçmak,
gidişim için duyduğum cümleleri yüzümdeki maskeli tebessümle dinlemek.


Ayrılıkların, vedaların ve geride hep birilerini bıraktığımız gerçeğinin olduğu bir dünyaya gelmek kimin fikriydi?

Kesinlikle benim değil.

Gittiğimde dağılacağını, yıkılacağını, birbirinden kopacağını, birbirine yabancılaşacağını bildiğim iki insan var, hayatımın merkezinde iki insan..

Belki de bu yüzden gidişime dair hiçbir şey hissedemeyişim.

Kalmak istiyor muyum?
Sonu soru işaretli bir ''hayır''

Gitmeyi, kalmayı geçtim de
asıl sorun, ben kendimi hissedemiyorum.



''Kapalı kapıdan kafamı çıkarıp kafayı üşüttüm
...
Hey yabancı, ben zaten yıllardır içime dönüktüm.
...
Kirpiklerim titremekte korkularımdan,
düşersem yanarım.''

Belki de tam olarak bu.
''Kirpiklerim titremekte korkularımdan'' belki de.


korkmak;
böcekten korkmak
yükseğe çıkmaktan korkmak
asansörden korkmak
ölmekten korkmak
kaybetmekten korkmak
değersizleşmekten korkmak
gitmekten korkmak
başlamaktan korkmak
hata yapmaktan korkmak

...


Bilmiyorum ki bu yazı nereye gidiyor
ya da ben bu yazıya neden başladım
sor bana bi neden başladım

sor sor
çekinme.

Bilmiyorum neden başladım, ne yazacağım onu da bilmiyorum.
Bildiğim tek şey, cümlelerin hiçbirini belirli bir insana kurmadığım.

Hatta anlatmak istediğim tek şey.


En kısa sürede,
beni dinlemek isteyecek birileri bulursanız, bana da haber verin.
Bi de karşısında hıçkıra hıçkıra ağlayabileceğim biri.
Umarım o denli sabır yüklemesi yapmış birileri hala hayattadır.


Barışla her telefon kapatışımızda birbirimize söylediğimiz gibi:
Hepiniz ''Allaaa emanet''



Sena Yaşar
25 Ağustos 2015


































22 Ağustos 2015 Cumartesi

Bir Behçet Necati Vardı





Evin en ücra köşelerinde bile çeken kablosuz internetin odamın kapısından girdiğim anda anında kesilmesinden mi başlasam yazıya?

Yoksa uykumun en anlamsız saatlerde gelip uyumam gereken hiçbir saatte 
gelmemesinden mi?

Buldum,
içi sanat dolu bir kitap okumak isteyip kitaplığıma gittiğimde 
elime ilk gelen kitabın ''Behçet Necatigil / Şiirler'' olmasından bahsedeceğim.

Türk edebiyatında ''Evler Şairi'' diye geçer kendisi. Yani daha somut konuşursak,
 ''tam bir ev babası''

Baba dediğime bakmayın; çocuksu, kırılgan yanını her dizesinde hissedebilirsiniz aslında.
Basit gibi görünen dingin ama çok kuvvetli cümlelerin sahibidir Behçet Necatigil.

Bu geceyi Behçet Necatigil gecesi ilan ediyorum o halde!

''Yanda, bir uçtan bir uca
 Mavi deniz.
Odanın içinde güneşleri bulunca 
ısınırız.''


Behçet Necatigil'i çok sevsem de kitabı elime aldığım an LYS Edebiyat sınavım aklıma geldi. Sorulardan birisinde Behçet Necatigil'i işaretlemem gerekiyordu.

Kitabı elime aldığım o 3 saniyelik süreçte aklımdan test kitapları-edebiyat el kitabı-çalışma kağıtları-ezberlemek için hazırladığım küçük kare kağıtlardaki eser isimleri geldi.


Anlık bir şekilde aldığım rafa bırakmak istedim kitabı.
Ve sonra da kitaplığı kendime doğru çekip altında ezilmek istedim.

Evet, sınav mağduriyetinin insanda yarattığı tahribat bu işte.

Sizi o çok sevdiğiniz yazarlardan, her bir dizesine hayran olduğunuz bazı şiirlerden, hatta daha fazla hissedebilmek için kokladığınız o eski kitap sayfalarından bile uzaklaştırmak ister bazen.

eski kitapların o sararmış eski sayfaları diyorum,
ne güzel de kokuyorlar.

Behçet Necatigil gecesi ilan ettim az önce ben.
Ama
Bu gece en çok kendi kendimi dinlemeli.
İçimden ne geçiyorsa, ne hissediyorsam, kime hissediyorsam söylemeli,
Uzağımda olan herkesi özlemeli bu gece.
cümle cümle özlem kusmalı hatta.
belki de kimseyi bu kadar özlememek için bütün bir hayatını maç esnasında kenara bırakılan telefon-saat-cüzdan üçlüsü gibi birilerine emanet etmeli.
kendi hayatına maç arasında kontrol edilen bir telefon gibi şöyle bir göz gezdirmeli sadece.
sonra bir kenara atıp, maça geri dönmeli.
ya da
en azından bir süreliğine bırakmalı özlemeyi,
unutmalı özlenileni.

Manıl abinin de dediği gibi;
bu gece sigara yakmalı belki de?
ama yapamıyoruz, kronik astım var bizde.

Baktın hiçbir şeyin içinden çıkamıyorsun, oturup ağlamalı belki.
çözülecek mi her şey o zaman peki?
sanmıyorum.
Hiçbir şey çözülmediği gibi, ağladıktan sonra en az 2 saat durmayan burun akmasıyla uğraşacaksın hatta.
ağlamak değil de 
sonrasında saatlerce burun çekmek çok yorucu,
benden söylemesi.


Mesela 
en önemlisi, ''dinlemeli''
dakikalarca birisine bağırırken,  ''seni dinlemek istemiyorum'' demek yerine,
en azından birkaç cümlesini dinlemeli.
dinleyebilmeli insan.

sadece kendini değil, en azından biraz da karşısındakini.

ya da
hissettiklerin ile aktarabildiklerin arasındaki o dengeyi kurabilmeli.
hangi dengeyi mi?
benim bir türlü kurmayı beceremediğim o dengesiz dengeyi.


Cümle cümle özlem kusmalı dedim ya az önce.
vazgeçtim.
-hevesim kaçtı-


Behçet Necatigil diyorduk, ona mı dönsek?


                '' Hulyaları ile yaşardı
                  Bir Behçet Necati vardı
                  Gece yarılarında, sokakta,
                  Kağıda bir şeyler yazardı
                  Şairliğinden yadigar
                  Bu yel değirmenleri kaldı. ''





Sena Yaşar
22 Ağustos 2015




















  


21 Ağustos 2015 Cuma

Mutfaktan Bildiriyorum



Konusuz Yazı klişesinden mi yürüsem napsam?
hep yer mi ki?
sanmıyorum, yemez.


Özellikle gecenin bu saatlerinde yazmak istiyorum ki kimse gelip ekrana cinini dikmesin diye.
Herkes yatmış,
ev sessiz,
Adana sıcağından tişört üstüme yapışmış.
kendime biraz da olsa serin bir oda arıyorum.
bulamadım.
geldim oturdum mutfağa.
''mutfak ne alaka lan?'' derseniz eğer

haklısınız.
mutfak ne alaka? 
bilmiyorum.

Ama bilen bilir; sıcakladığım zamanlarda kafamı buzdolabının dondurucu kısmına sokar ve serinlemeyi beklerim.
Belki de bilinçaltım beni o yüzden mutfağa itti?


Herkes uyumuşken yazı yazayım demiştim ya.
Sayfayı açtığım an hoop abim damladı mutfağa.
ya sen niye uyandın diyorum
şişmiş gözlerle bana bakarak ''namaz kılacağım'' diyor.
iyi de
saat 02.48
bu neyin namazı?

Abimin gece rakı partilerinden sıyrılıp ibadet için bu saatte uyanır bir insan haline nasıl geldiğini başka bir yazıda uzun uzun anlatırım.
Zira o konu Flash Tv 'nin 13. sınıf ibret almalı dizilerine konu olacak cinsten.

O değil de
abim hala gitmedi.
Yan sandalyemde bugün keşfettiği ve içmekten inanılmaz zevk aldığı ramazan şerbetini içiyor.
''ya bunun tadı çok güzelmiş'' diyerek.
Meksika biralarından, güllü tarçınlı ramazan şerbetlerine ...

Annem geldi.
O da uyanık.
Sen neden uyumuyorsun diyecekken cümlemi bitirmeme izin bile vermedi:
''SICAAAAAKKK''

Evet. 
haklı
ama belki de sıcak değil de,
Nem çoktur?

HAHAHAHA ÇOK KOMİKMİŞ.


Sıcaktan daha fazla bahsedip kendimi deli gibi yapmaya devam etmeyeceğim.


mutlu muyum?
değilim.
uzun süredir de olamıyorum.

sadece sıcaktan mı?
hayır.
ya da evdekilerin mutfağa 3 dakikada bir girip çıkmasından dolayı mı?
hayır.
Çağatay abinin bugün beni mutlaka arayacak olup, unutmasından mı?
hayır sanmıyorum, ondan dolayı da değil.
yazmak istediğim ama başlamaya korktuğum, kendime güvenemediğim ve kesin ben yazamam diye başlamadan kafamda bitirdiğim ideolojik konulu yazıya hala başlamamış olmamdan mı?
hayır.
bilgisayarıma bir türlü indiremediğim microsoft office 2010 programının inatçılığından mı?
hayır.
...


cevabı ''evet'' olan soruyu hala bulamadım.

düşünüyorum da
ya kendime sorduğum tüm sorulara hayır cevabını verdiğim için mutsuzsam?
ya da belki bendeki mutsuzluk değil de başka bir şeydir?
içinizden birisi:
''yok yok mutsuzluk değildir, mutsuzluk olsa duramazsın''  geyiğini yapacak diye de korkmadım değil.

Bendeki en çok da kendini sevememe sanırım.
herhangi bir konuda ''evet, en iyisiyim'' diyememe
ve belki de hiç böyle diyemeyecek olmaktan korkma.

kendime vurduğum yeterli olamama damgası.

bedensel anlamda bile kendini sevememe.
mesela vücudunun herhangi bir bölümünü bile yeterli görememe.
...

olumsuzluk ekleriyle bitireceğim bir sürü cümle daha..

psikolojisi bozuk bir insan mıyım bilmem ama iliklerime kadar mutsuzum, eksiğim
ondan eminim işte.

yeniliği, başlangıçları, değişimi, devinimi sevmeye ve kabullenmeye başladığım gün;
her şey bana daha farklı gelecek belki.

yapmak istemiyor değilim, 
savunduğum şeylere taban tabana zıt olan bu karmaşayı yol kenarındaki bir çöp kovasına bırakıp, oradan koşarak uzaklaşmak istemiyor da değilim.
''ben böyleyim'' gibi basmakalıp bir cümleyi beynimin baş köşesine oturtmak hiç istemiyorum

eskiye göre daha esneğim her konuda, onu fark edebiliyorum.
eskiye göre daha az yalnızım.

-yalnızlığın azı/çoğu olur mu demeyin.
bal gibi de var.-

bana iyi gelen insanlar var hayatımda,
her konuda.
mesela yanımda olmadığına köpek gibi üzüldüğüm bir abi, gidecek olmasını asla kabul edemeyeceğim diğer bir abi, onları bırakıp gittiğimde sonlarının ne olacağını az çok tahmin edebildiğim bir annem ve babam var.

hayatımda güzel şeyler de var merak etmeyin.
mesela ayrıldığım A noktasından gideceğim A' noktasına benimle gelecek olan iki kız kardeş.
-yazının güzel haberi bu sanırım-

peki bir sorum var:
gecenin bu saatinde neden Erhan abiyle 'proleterya devlet'i tartışıyoruz?

üstelik ikimiz de birilerinin kafasına terlik fırlatmak üzereyiz.

daha kaç kere söyleyeceğiz etnik sevici kesime:

''Türkiye'de proleterya yok.
 Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet, ulus devlette azınlık da yok''

yazıya siyasi mesajı da koyduğuma göre bitirebilirim. Çünkü kendimden bile sıkıldım.


mesela diğer bir sorun; hala kendime bir mahlas bulamadım.

aklıma bir tek: @adımbombasoyadımölüm fikri geliyor.

nedenini sormayın, bi açıklamam yok.


Sena Yaşar
21 Ağustos 2015

20 Ağustos 2015 Perşembe

8 EV, 8 ACI



8 EV, 8 ACI


‘’Siz bizi kentinize kabul etmezseniz kapınıza bir başçavuş gelecek ve başınız sağ olsun diyecek.’’ demişti birileri bundan aylar önce.

Hatırladınız mı?

Bugün 3’ü uzman çavuş, 5’i er 8 askerimiz şehit oldu.

Bugün 8 farklı eve, 8 ayrı ateş düştü.

Hiçbir zaman sönmeyecek olanından.

Silahlar sustu diye yutturmaya çalıştığınız ‘’çözüm süreci’’ lakırdınız hala bitmedi, donduruldu size göre değil mi?

Dolaptan çıkarıp ısıtmak kaç dakikanızı alacak peki?

Terörle daha kaç kere masaya oturacaksınız?

Teröristle daha kaç kere el sıkışacaksınız?

 ‘’the süreç’’ uğruna daha kaç askerin kanını bulayacaksınız ellerinize?

Asker dedim ya az önce.

Personel mi demeliydim yoksa?

Bugün TSK’nın resmi sayfasında dendiği gibi.

Sizler zaten bütün kahraman Türk askerlerini zindanlarda çürütmediniz mi yıllarca?

Hayatlarını almadınız mı birçoğunun elinden?

Hasdal’a, Silivri’ye, Mamak’a, Şirinyer’e, Poyrazköy’e hapsettiniz ya hepsini.

Elinizde bir tek ‘’personel’’ olarak adlandırdıklarınız kaldı zannetiniz sanırım?

Hani şu Amerikalıların elinden madalya alan personelden bahsediyorsunuz değil mi?

Haklısınız, onlara hiç kimse Türk askeri diyemiyor zaten.

Ama bizler kurumda her zaman gerçek Türk askerinin var olacağını biliyoruz, sizler merak etmeyin.

O emlak şirketi zannettiğiniz kurum, TSK !

Bunu hiçbiriniz unutmayın.

Bugün belki sizin 8 "personel"iniz şehit olmuş olabilir.

Bizim 8 askerimiz, babamız, abimiz, kardeşimiz, eşimiz, dostumuz şehit oldu.

Ulusumuzun başı sağ olsun.



Bir de utanmadan çıkıp ‘’benim amacım Allah nasip ederse şehit olmak’’ diyor bakanlarınızdan birisi, korumaları eşliğinde villasına giderken.

‘’doğal gaz’’ olayını biraz yanlış anladı sanırım kendisi.


Önce besleyip büyüttünüz PKK’yı,

Sonra takım elbise giydirdiniz,

Çocuğunuzu işe gönderir gibi sırtını sıvazlayarak meclise soktunuz ardından.

Cebine limitsiz kredi kartı veren bir baba edasıyla her ay 20 bin tl maaş verdiniz.

Terörü kendinize evlat edindiniz.

Şimdi de çıkıp ‘’şehit olmak istiyorum’’ mu diyorsunuz?

Şehit olmak terör sevgisi ile değil; vatan sevgisiyle olur sayın bakan.

O da sizde mevcut değil.

Yanlış mı hatırlıyorum?

Suratınıza üzüntü maskenizi giyerek geldiğiniz şehit cenazelerine uğramayın artık.

Acı ile yanan anaların, babaların, eşlerin, evlatların yüzüne bakmayın.

Şehit cenazelerinde en önde saf tutmayın.

Ağzınızdan ‘’PKK BİR TERÖR ÖRGÜTÜDÜR’’ cümlesi çıkamıyorsa eğer,  

Ekranlara çıkıp lafı ağzınızda geveleyerek ‘’terörü lanetliyoruz’’da demeyin.


Yemiyoruz.



Sena YAŞAR
20 Ağustos 2015

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Konusuz Yazı




Başlık bulamadım.
E zaten yazıya da ''konusuz yazı'' demiştim. Neden başlık atayım?
İyi de
Ortaokul Türkçe öğretmenim yakalarsa n'apıcaz?

Her yazılıda 30 puanlık kompozisyon yazdırıp başlık atmayan öğrencileri bir bir tespit ederdi kendisi.
Üstelik başlıksız kompozisyonları okumaz, direkt çizerdi üstünü
Kırmızı pilot kalemiyle.

Sınıf arkadaşlarımın kabusuydu diyebiliriz.
Böyle anlattığıma da bakmayın, severdim ben onu.
yazılılarda kompozisyon yazdırma fikrini hep mantıklı bulur, içten içe sevinirdim bile.
yazılı kağıdının yanında ikiye bölünmüş bir parşömen verirdi bize 
herkes bakardı şaşkın şaşkın. 
kafalarda sorular tabi.

''ulan yazılı kağıdını mı dolduralım yoksa bu sonradan verilen kağıdı mı?''


Bir ortaokul çocuğuna yakışacak saçmalıkta soruyla gelirdi mutlaka birkaç kişi ''hocam yazılıyı iki ders yapsak olur mu? 40 dakika yetmez ki!''

Saçma dedim ama benim de düşünmüşlüğüm var bu konuyu.
Kompozisyon yazmak değil, kompozisyon yazmayı bu kadar kısıtlı bir süreye sıkıştırmaktı korkutucu olan benim için. 
severdim yazmayı, 
a-b-c-d diye verilen ve mutlaka birini seçmem için bana dayatılan cümleleri görmektense yazılı kağıdında;
-o zamanlar e şıkkı bile yok, kısıtlamayı düşünün artık(!)-

kendi kendime kurduğum mantıklı-mantıksız bütün cümleleri bana verilen ikiye bölünmüş parşömene yazmak her zaman daha çekici gelirdi.

itiraf ediyorum, 
o yazılıdaki kompozisyon sorusundan tam puanı alan öğrenci hep ben olurdum.
Üstelik kompozisyonu sınıfta örnek olarak okunan öğrenci de.
''O kadın hiçbir şeyi beğenmez, kime tam not verildiği görülmüş?' serzenişlerinin arasından sıyrılan, yazılıdan tam not almış ve hiçbir şey beğenmez diye adlandırılan hocanın takdir ettiği kişi ben olurdum işte.

Yazıyı kendini övmek için mi yazdın diyen sesleri duydum şimdiden.
Hayır.
Asla.

Yazıyı kendime bir ders vermek için yazdım.
Belki de kendime bir milat olsun diye.

Daha 12-13 yaşlarındayken devamlı yazı yazan, her kompozisyon yarışmasını takip eden ve katılan, sırt çantasında not deftersiz gezmeyen, uyuyakalsa da gece herhangi bir saatte uyanıp günlük yazmadığını fark edince tek gözü kapalı da olsa mutlaka bir şeyler yazan Sena'ydım ben.

Şimdi ise bir blog hesabı açmakla açmamak arasında aylarca gidip gelen Sena'yım.
Kendine yazı yazma konusunda o denli güvenemeyen.
Telefonunun notlar kısmına bir şeyler kaydettikten sonra beğenmeyip silen.


Ve bugün kendim için yeni bir başlangıç yapmak istedim.
''Sen yaparsın''lara
''Sen yazarsın''lara güvenerek.

Yazmanın verdiği zevki hatırlamak istedim, birileri tarafından okunuyor ve beğeniliyor olmanın kişiye verdiği özgüveni yeniden tatmak istedim.

Her şeyden önemlisi de kendime yüklediğim görevleri yerine getiremiyor olmanın verdiği huzursuzluktan sıyrılmak için yeniden başlamak istedim. 

Geçmişten farkı, kurşunkalemle değil de sürekli yanlış tuşlara bastığım klavyeden yazıyor olmam sanırım.
Birazdan yayınla butonuna bastığımda kim bilir neleri yanlış yazmış olacağım..

Herkes çok güzel arkaplanlar falan yapmış bloğuna.
Acemilikten yapamadım ben
biri öğretse ya
nasıl yapıcaz?

Bi de böyle fotoğraflar falan ekleniyor sanırım
gerçi konusuz yazıya ne fotoğrafı koyulur ki?

ay bilemedim.
Kafalar karıştı
şu an resmen ''kapısı kapalı, etrafı sarılı'' ruh halindeyim.

Şarkıyı bilmeyenler için kopyalacağım yazının sonuna, bakın onu yapabiliyorum.
Ama çok da emin değilim.
''GÜVENEMİYORUM DA''

Şimdi herkesin yaptığı gibi beğendiğim şarkının sözlerini italik hale getirerek yazının sonuna koymak isterdim;
ama aklımdan geçen şarkının ''oy dügümeli dügümeli'' olması beni bile ürküttü.

Ondan dolayı yazıyı bu cümleyle bitirerek aranızdan ayrılayım ben,
Derya'nın da dediği gibi yeterince toz ettim içeriyi.






Sena YAŞAR
19 Ağustos 2015