7 Kasım 2016 Pazartesi

Olur Bazen Öyle


Benim her günüm aynı sanırdım.
Her gün aynı duygularla uyuyup aynı duygularla uyanırdım.
-dım?
hâlâ uyanabilir miyim?
Bilmiyorum.
İnsan on dokuz yaşındayken böyle lüzumsuz sorular sormak istememeli.

Geçmiş zaman kiplerinden oluşan onlarca cümle yazabilirim artık. Ben zannederdim ki bazı şeyler hiç geçmez, hiç "geçmiş" olmaz. Bu yüzden hayatta duyduğum en saçma cümleler arasına hep "geçmiş olsun"u koyardım. Heplerle hiçler arasında kurduğumu sandığım köprüler tam da ben üzerindeyken yıkıldı. Yükseklerden boşluklara düşerken kalbim durdu sandım.
Hem ben zaten yüksekten hep korkardım.

İnsanlar köprüleri neden böyle korumasız yaparlar diye düşünmeden edemiyorum.

İnsan on dokuz yaşındayken düşünmemesi gereken ne varsa düşünüyor.

Günlerdir ya hafızam beni yokluyor ya ben hafızamın kovanına çomaklar sokuyorum.
Uyandığında kim olduğunu unutmuş olmak insana böyle şeyler yaptırıyor.

Son zamanlarda -belki de son değil- uyuyorum. Sonra uyanıp pencereyi açıyorum. Kulaklarımı sağır eden sessizliğe mahkûm olmamak için konuşuyorum karşı evin balkonundaki asma yapraklarıyla. "Bi kar yağsa rahatlayacak ortalık." diyorum. 

Ne kar yağıyor şehre
Ne de asma yaprakları bana cevap veriyor.

Onlara da bozuluyorum. 

Güneş batmaya başlıyor yavaş yavaş.
Kapatıyorum pencereyi. Şehir akşam saatlerinde daha da soğuk oluyor.

Alışamıyorum hiçbir şeye.
Duyuları işleyen bir insan nasıl alışabilir?
Alışmak en hüzünlü kötürümlük biçimidir, buna inanıyorum. 

Ertesi gün baktığımda balkon trabzanlarını saran asma yapraklarını birilerinin çoktan kestiğini görüyorum.
Bana cevap vermemiş olmalarına ne kadar kızgınsam, bugün kendilerini kesenlere direnememiş olmalarına da o kadar çok kızıyorum.
Bıktım.
Nereye baksam oradan bir rüzgar çarpıyor yüzüme.
Bu yüzden artık hiç penceremi açmıyorum.

Yaprakları gitmiş, sadece kuru dalları kalmış bitkiye bakarken bir anda onlarca eski fotoğrafla doluyor zihnim.

İnsan on dokuz yaşındayken onlarca şeyi bir anda hatırlamamalı.



Seni nasıl da evim yaptığımı hatırlıyorum.
Harabeye dönmüş bahçendeki otları temizleyip nasıl güzel mandalina fideleri dikmiştim.
Pencerelerin önüne saksılar alıp sardunyalar ekmiştim.
Hiç de güzel kokmadıklarını bile bile.

Uzaklara gittiğimde her bir odanı nasıl özlediğimi, senin o ellerini nasıl da açık bir bahçe kapısına benzettiğimi hatırlıyorum.
Ve bir gün koltukların üzerine beyaz çarşaflar örtüp, panjurları kapatıp, bahçedekileri sulayıp kapıyı kilitledikten sonra gidersem döndüğümde yalnızca sardunyalar kurur sanmıştım.

Evimdin ya sen benim, geldiğimde yine aynı yerde bulurum sandığım. 
Geldim, bulamıyorum.
Evimdin sen benim, ben gittikten sonra kentsel dönüşüme girmişsin. 
Sökmüşler fidelerini, yıkmışlar duvarlarını, o en sevdiğim bahçe kapını söküp bir eskici tablasına koymuşlar.

Artık ne güzelliğin kalmış ne de bana aitliğin.
Yakın bir zamanda o ikimizin de hiç sevmediği uzun, dışı camlı, soğuk binalara dönüşeceksin.

Evim demiştim sana, hiç gitme, değişme diye.
En çok da hiç gitmemesi gerekenlerin gittiğini unutmuşum.

Senâ
7 Kasım, Ankara

(Fotoğraf: Senâ Yaşar, Lefkoşa)